ZEKİCE KURGULANMIŞ AYRIKSI BİR KARAKTER: YALNIZ ADAM/ Selman BÜYÜKAŞIK

Giriş: 1970’lerde absürd tiyatronun iki ustasını tanımıştık: Samuel Beckett ve Eugene Ionesco. İtirazcı, saçma bir dünya, bir toplum eleştirisi anlayışı. Bu tiyatro anlayışının kurucularından Ionesco, 2. Dünya Savaşı sonrası bir Nazizm eleştirisi olarak yazdığı ve kendi yaşamından izler katarak yarı oto-biyografik bir metin olarak kurguladığı düşünülen Gergedanlar(1959) oyununda, faşizmin yaygınlaşmasını gergedanlaşma metaforuyla anlatır. Oyun, bireysel özgünlüğü ve özgürlüğü olmayan, kalıplarınarkasına sığınarak varoluşuna bir anlam arayan insanın çaresizliğini ortaya koyar. Bu absürd tiyatro oyunu dünyanın pek çok yerinde sergilenmiştir o yıllarda.

Yalnız Adam

Oyunlarındaki grotesk, hatta saçma anlayışın tersine burada nokta nokta gerçekçi ayrıntılarlabir karakterin çarpıcı öyküsü çok sağlam, akılcı bir dil-anlatım ve kurguyla sergilenmiş bu kısacık ro-manda. “Var olmak anlamsızdır” yaşam anlayışında, travmalı, asosyal bir karakter.

Yazarın bu tek romanında kahramanımız tuhaf, kızdıracak kadar kabuğuna çekilmiş, insanlardan uzak olmaya çalışan ve hep kendini haklı gören kibir abidesi bir karakter. Varoluş felsefesinin çokkaramsar kanadından. “Yine de hesaba katmak gerek insanları. İşlerime burunlarını soktukları zamancanımı sıktıklarına göre, varlar demektir. Bu da tepe taklak olup aralarına düşmeme yetiyor. Gerçekliğin dışına çekiyor, kendi gerçekliklerine kapatıyorlar insanı. Daha doğrusu kendi görüş biçimlerine…”(s.52) diyen bir yaban, bir ayrıksı. “Bir hiç uğruna yaşamaya utanmıyor musunuz?”(s.22) diyecek kadar ayrıksı, üstelik haklı olduğundan emin. Asosyal kişiliğiyle yadırgı bir karakter.


Metnin daha ilk satırında “Otuz beş yaş, yarıştan çekilme vaktidir. Eğer yarış varsa. İşimden ölesiye bıkmıştım. Daha şimdiden gecikmiş, kırkına merdiven dayamıştım. Şu beklenmedik mirasakonmasaydım, can sıkıntısından, üzüntüden ölürdüm…” diyen bu karakter tembel, çalışmaktan nefreteden, duyarsız ve duygusuz. Kendi daracık hapishanesinde haklı olduğunu düşünen bir insan. Oysa C.Sıtkı, Otuz beş Yaş Şiiri’nde “Yaş otuz beş, yolun yarısı eder/Dante gibi ortasındayız ömrün/ Delikanlı çağımızdaki cevher/Yalvarmak, yakarmak nafile bugün/Gözünün yaşına bakmadan gider/…” derken çok farklı duygular içindeydi.

Amerika’daki dayısından bu beklenmedik mirasa konar konmaz şirketteki işinden, bunca yıldır birlikte olduğu mesai arkadaşlarından, onları lokantada bir içkili veda davetiyle kolayca, duygusuz bir robot gibi kolayca ayrılır, ardından Paris’in bir banliyösünde yoksul bir mahallede iyice bir apartman dairesine özenle, hırsla taşınır, yoksul otel odasından. Kusursuz döşer evini. Ve bu süreçte yaşananlar,geçmiş sorgulamaları… Yeni evine telefon bağlatır bağlatmaz ilk aradığı kişinin eski arkadaşı, felsefeci,hem psikolog hem psikanalist Andre olması çok anlamlı, hele Andre’nin ona ilişkin tanısı ama hiç şaşırtıcı değil. Yalnızlığında kendisini fazlaca incelediğini, uzun uzun düşündüğünü söyler. Daha çok okumasını da. Çünkü son yıllarda gazeteden başka bir şey okumuyor. Kafası belli konulara saplanmış bir sinir hastası, hep aynı şeyleri geveleyen biri olduğunu, onu tedavi edecek bir arkadaş tanıdığını da söyler kendisine.

Ama Yalnız Adam, doktorlar hakkında çok farklı düşünüyor:        ”Hekimlerin hasta olduğu aklınıza hiç gelmiyor mu? Kısacık bir ömrümüz olduğunu, hepimizin öleceğini biliyoruz ama hekimler, ölümü düşünüyorsanız, birtakım bunalımlar geçiriyorsanız kaçıksınız diyorlar. Asıl onları alıp akıl hastanesine kapatmalı. Benim bunları düşünmem normal. Anormal olan, onlar.” diyecek bir kafada.

Çocukluğu, anneyle ilişkileri, başarısızlıkla geçen öğrencilik yılları, annenin beklentilerini karşılayamayan bir evlat olarak… Yazar, zekice, ustalıkla bu suçluluğu ara ara anımsatır kahramanımıza.O bunu atlatmış görünse de. “Okulda notlarım hep kötüydü.” itirafından sonra şunu söylüyor: ”Kadıncağız benim için paralanıyordu. Askerliğimi bitirdim. Hemen ardından, annem bir iş buldu bana, zarflarına adres yazdığı, sonradan benim patronum olacak adamın dostu olan patronu aracılığıyla. ‘Hâlâ vaktin var.’ dedi bana,’Lise bitirme sınavlarını bitirecek vaktin var. Akşamları ders çalışabilirsin.’ Daha ben işe gireli birkaç hafta olmuştu ki beyin kanamasından küt diye gitti…”(s.14) Bu itiraf çok şey anlatır okura.

İşyerinde art arda kısa süreli üç aşkını kolayca unutmuş bu tuhaf karakter, bu yalnızlığında, bu sıkça dile getirdiği sıkıntı ve bunalımlarında, çocukluğundaki bu travmayı görmek, dikkatli bir okur için satır aralarından okumak zor değil. Bundan sonra yaşamı apartmandaki dairesiyle lokanta ve bistrolar arasında mekik dokuyarak, içkiye sığınarak geçer. Üstelik banliyönün bu sokaklarında kimlerin devrimci- karşı devrimci olduğu pek anlaşılmayan silahlı sokak eylemleri, ardı arkası kesilmeyen şiddetkaosu, protestolar yaşanır. Düzene karşı eylemler, bunlara karşıt zorbalıklar vd. Bu yıllarca süren ve iç savaş olarak nitelenen çatışmalar bir metafor mu? Kahramanımızın kimi zaman bu kendini içinde bulduğu zor durumlara düşer bu etliye sütlüye karışmayan adam.

Elbette, yaptığı sorgulamaların, yorumların, felsefelerin hepsi saçma değil. İş yapmak zorunda kalmadığı bir yaşama geçince insanları yakından gözleme olanağı bulur ve onlarla ilgili çok zekice ayrıntılar fark eder. Örneğin, kapıcı kadın gibiler. Evlilikten kaçışını haklı gösteren sahne unutulmaz. Evin temizlik işlerine bakan Jeanne’in, kendi sorunlu evliliğine karşın onu evliliğe, çoluk çocuk sahibi olmaya azarlarcasına ikna etmeye çalışma tiradından sonra, evi terk etmiş, nankör çocuklarından öfkeyle yakınması, çok zekice bir anekdot.(s.51)

Müdavimi olduğu lokantada, adını bile öğrenmeye gönül indirmediği (Yvanne mi, Marie mi?) garson kız, çatlak olduğunu gördüğü bu adamı kurtarmak ister. Onu bu yalnızlıktan kurtarmak için yanına taşınır, onunla yaşamaya başlar. Kıza işini bırakmasını söylemesi beklenirken bizimki oralı bile ol-maz. Çünkü kendisi umutsuz, bunalımda. Kadın sonunda pes eder ama ayrılırken söyledikleri çok sarsıcı. Kahramanımızın şu iç sorgulaması da hayli anlamlı bir itiraf: ”… Şu kirli kurşun rengi, şu donuk aydınlık yerine parlak bir ışık da olabilirdi. Sevgi de olabilir miydi? Olabilirdi. Ne çok fırsat kaçırmıştım! Kadınlar, sevmeyi beceremediğim için yüzüstü bırakıp gitmişlerdi beni. Son şansım Yvonne ya da Marie’ydi. Ama içimde sevgi vardı. Ruhumun mağaralarında, kodeslerinde, kuyulu zindanlarında. Kilitli. Kapılar kapalıydı ve anahtar bende değildi. Ah, ah, evet bütün bunlar ta ötelere ve derinlere gömülmüştü..”(s.83/4)

Boyun eğen, etliye sütlüye karışmayan, artık pek okumayan, günlük gazeteleri izleyen bu karakterin, “Var olmak anlamsızdır.” “Çok acı çekmemek için boyun eğmek gerekir.”(s.39) diyen tuhaf varoluşçunun “Benimki gerçek bir boyun eğiş değildir.” demesi ne kadar inandırıcı olabilir ki? Süreklibir sorgulama içinden belirsizliğe, kuşkuculuğa sığınıyor; gerçekliği, maddeciliği inatla görmezden geliyor. Hiç anlamadığımız safsatalarına tutunurken ölümün de ne olduğunu bilmediğini ama ondan korktuğunu itiraf ediyor(s.41). Panikleyecek kadar korkuyor. Sürekli bir bilinemezliğe hatta mistisizme kayıyor. Küçüklükten bunalımlı bu ilginç karakter(s.42).


İçtikçe felsefe yapıyor, çoğu zaman tutarsız bir felsefe. Tanrı’nın iyi bir evren yaratmadığını söyleyebiliyor ama ona inanmaya devam ediyor. Tanrı’nın varlığına karşın, dünyada ne gerçek ne gerçekdışı, ne doğru ne yalanın olmadığına inanan bir felsefe! ”Bütün felsefeler ve teolojiler istenirse iyi, istenirse kötüdür.”(s.46) çıkarsaması yapan bir adam. Yani, Naziler yenilmeseydi felsefeleri, yaptıkları doğru olacaktı. Bu karakterimiz, bugün sayıları hayli artmış, üç maymunu oynayan, elini taşın altına hiç koymamış ama ahkâm kesmekten geri durmayan etrafımızdaki birçok insanın öncülüdür. Ve bu çok bilmişin sanrılarıyla, rüyasıyla bitiyor roman. Bu rüyayla yola çıkacağının ipucunu veriyor okura. Düşündürücü bir son.

Bunca yıl önce böyle bir karakteri kurgulayabilmek büyük yazarların gerçekleştirebileceği bir yaratıcılıktır.