İnsanın depremlerdeki tüm eylemleri, içgüdüsel davranışları, hayatta kalmak adına kaçış istemi ve birbirinin kurtarıcısı olabilme ve olamama halleri veya insanın ikileminlerine dair söz konusu edebi yaratılardaki kimi örneklere şu şekilde de yer vermek mümkündür. Engin Geçtan’ın “Karabasan” öyküsünde bu gerçeklik şu ifadelerle yansır. “Yardım edin,” diye bağırmasına karşın merdivenlerde kaçarak yanından geçenler yardımda bulunmuyorlar (Engin, G. Geç Kalan Öyküler, Öykü, “Karabasan,” Remzi Kitabevi, İstanbul, 2002, ss:149-159).
Devamını OkuyunYıkımlar, ölümler ve ağıtlar coğrafyasında depremin ardından yazılan her yazının öfke ve çaresizliğin anlatıcısı olduğu gerçeğiyle söze başlarken edebiyata ve yazıya düşen fay hatlarını ve bu afetin yazıdaki izdüşümlerini ele almanın ne derece gerekli olduğunu vurgulamalıyız. Sanat ve edebiyatın kolektif acıların dillendirici olduğu bilinciyle Türkçe roman ve öykünün “deprem”gerçekliğini ele alışını irdelemek adına kaleme alınan bu metin tam da tanıklıkların yazarca izdüşümlerini ortaya koyarken depremler coğrafyasında düşünsel, siyasal fay kırıklarımızı da yansıtan birçok romanın izinde yapabileceğimiz bir yolculuğun acılara “yazgıcı” yaklaşımların ötesinde daha sorgulayan hatta şekillendirebileceğini düşünme olanağı verdiğini ifade edebiliriz.
Devamını OkuyunM.Bahadırhan Dinçaslan'ın bir yazısını okurken Edgar Allan Poe'nun “Alone" adlı şiirinin 'Bir Başına' başlıklı bir çevirisini Hasbihal V: Poe'nun Dünyası adlı yazısında gördüm. Yazar, bizzat çevirmişti ve yazısı için yeterliydi. Burada şiirden söz ederken onun altta akan metnine dikkat çekiyordu; Descartes'ın Şeytanı. Rasyonalizm’in babası Descartes, hayalî bir şeytan vücuda getirir. Ardından da bizden şöyle düşünmemizi ister; eğer bu şeytan bizim zihnimiz, algımız üzerinde güç sahibiyse o zaman etrafımızdaki her şeyden ve herkesten emin olamayız. Kokladığımız hava, içtiğimiz su, yediğimiz yemek ve etrafımızda deneyimlediğimiz her şey bu Şeytan’ın kandırmacaları olabilir. Bu yüzden kimseden ve hiçbir şeyden emin olamazken bir başınasınız der.
Devamını OkuyunŞahmaran efsanesi, başta Güneydoğu olmak üzere Anadolu’da yaygın olarak bilinen, sevilen, evlere uğur ve bereket getirdiği inancıyla duvarlara resimleri asılan önemli kültürel sembollerimizden biridir. Şahmaran, “yılanların şahı” [şâh-ı mârân] anlamına gelen Farsça bir sözcüktür. Bu yazı, Şahmaran efsanesini Mircea Eliade (1907-1986) ve Carl Gustav Jung (1875-1961)’un çalışmalarına dayanarak arketipal unsurlar bağlamında değerlendirmeyi amaçlamaktadır.
Devamını Okuyun“Bütün çocukluğum senin yokluğunu ümit etmekle geçti.” Kahramanımız, birkaç aydır görmediği babasını ziyarete gider. Kapıyı açan baba tanınmayacak haldedir. Yürüme güçlüğü çeken, nefes bile alamayan, makine yardımıyla kalbi çalışan adamın esip gürleyen o kudretli halinden eser yoktur. Dededen intikal fakirlik ve fabrika işçiliği ömür boyu dur durak dinlemeden çalışan bedenini tüketmiş, zavallı bir hale dönüştürmüştür.
Devamını OkuyunKavramsal açıdan dili iletişim öznesi işleviyle yaşamımızda temel saydığımız bir gerçek. Değişim süreci, başkalaşım boyutuyla dil tek başına irdelenemeyecek kadar karmaşık bir olgu oluveriyor çoğu kez bizim için. Siyasal gerilimlerde "ana dil" meselesinin neden bu derece öncül olduğu sorunun da yanıtı sanırım burada gizleniyor. İnsanın doğuştan itibaren kendi seçimi olmaktan çıkarak benimsediği "ana dil" çoğu kez bir coğrafyanın siyasal ve kültürel koşullarına bağlı olarak varlığını sürdürüyor. Kültürel bağların bireyin dilini yaratan ana gerekçe olması ailenin de zaten bir devlet aygıtı olarak kültürün taşıyıcısı olduğu gerçeğiyle doğrudan ilişkili.
Devamını OkuyunKnut Hamsun ‘’Yumruğunu yemedikçe kimsenin bırakıp gitmediği garip şehir Kristiania’da sürttüğüm günlerdeydi…’’ diye başlar kitabına. Yazarın 1890 yılında yayımlanan ilk romanıdır. Yazar olmak için verilen bir mücadelenin anlatımıdır. Açlık, hem kahramanının fiziksel ve ruhsal durumunun derinden etkilenişini anlatan bir roman hem de, açlığı en korkunç şekilde yaşayan bir yazarın öyküsüdür. Roman, Knut Hamsun’nun hayatını anlattığı için ayrıca otobiyografik bir anı niteliği de taşımaktadır.
Devamını OkuyunYolculuğun değerini oluşturan şeyin korku olduğunu söyler Camus; Tersi ve Yüzü’nde. Camus’un ”Tersi ve Yüzü” dışındaki tüm eserlerinde beliren düşünceler Tersi ve Yüzü’nde daha somut ve yalın yansıtılmış olduğunu belirtiyor. 1958 önsözünde ise ”Tersi ve Yüzü” adlı eserini, ”yazdıklarımın en iyisi” diye belirtiyordu. Camus ”Tersi ve Yüzü” adlı eserinde, kendisinden ve çevresinden en açık bir şekilde bahsetmesi ve tüm eserlerinin ana kaynağı gibi görmesi. Camus’un kendisinden hiçbir zaman uzaklaşmamış olmasının bir neticesidir.
Devamını Okuyunİkinci Yeni'yi anlamak adına yola çıkıldığında çoğunlukla gelenek sorununun nasıl algılandığı, ikinci yeninin kendi öncül şiir anlayışlarına bakış açısı daha az tartışılmıştır. Kapalı bir şiir evreninde karşımıza çıkan bu simgeci şiir anlayışının farklı siyasal tutum ve düşünsel çerçeveyi sahiplenmiş nice ozanı ortak kılabilmesi de bu akımı önemli kılan başlıca nokta olagelmiştir. 50’lerin toplumcu şiirinin Nazım Hikmet çizgisinde kaçınılmaz ağırlığını hissettirdiği bir dönemde, Ece Ayhan’ın adlandırmasıyla“sivil şiir” hareketi ozanca bir eylemlilikle karşımıza çıkmış, imgenin sıradanlaşmasına karşı dilin kalıplarını kırma çabası şiirde bir “imge” cumhuriyetini inşa edebilmiştir. 1950’den 59’a “Pazar Postası”, “Yeni Dergi” ve “Dost” dergilerinin ev sahipliğinde gelişen İkinci Yeni, Birinci Yeni’nin yozlaştırdığını ve uyaksız bir anlama terk ettiklerini savundukları şiir ikliminin artık ayağa düşmekten kurtulması umuduyla yola çıkmışlardır
Devamını Okuyun“İnsanları sevmemeye başladı mı insan, insan gibi yaşamayı da sevmemeye başlıyor, insan gibi çalışmayı, kazanmayı, yemeyi, ,içmeyi, sevişmeyi, ölmeyi…” Tante Rosa on bir yaşında Sizlerle Başbaşa dergisinde Kraliçe Victoria’yı süvari kostümleri içinde görür ve at cambazı olmaya özenir. Fakat bir gün gösteri esnasında çadırda yangın çıkar ve at cambazının atın altında çiğnendiğine tanık olur ve bu kararından cayar.
Devamını OkuyunPsikiyatri ve otoriteleri teker teker saymak istiyorum ki; sanatçının manzarası bilimsel anlamda da karşılığını bulsun. Freud, Weber, Jung ve Lacan. Ve onların adından başka takipçi isimler ve pek çoğu insanı tarif etmeye çalışırken bir bilinç kelimesinden yola çıkıyor. Bilinç üst beyin yani zekanın bir göstergesi. Ancak, asıl buzdağının bilinçaltı, bilimsel tanımıyla bilinç dışı olduğunu söylemek durumdayız. Sanatçının manzarası tam da bu noktada devreye giriyor.
Devamını Okuyun“Küresel salgın” ve “iklim değişimiyle küresel mücadele” gibi gündemler, küreselleşme sürecini çokuluslu ağlarının somutlaşan etkileriyle ve insanlığın ödemekte olduğu küresel bedel ile duyurmayı sürdürmektedir. Günümüz gelişmeleri, güdümlü teknolojinin dünyayı yeniden yapılandırmada daha kapsamlı biçimde belirleyici olacağını ve insanın tamamen teknolojinin kontrolü altına alınması sonucunda nesnel gerçeklikle bağın kopabileceğini göstermektedir. Küreselleşme sürecinde çokuluslu şirketlerin oynadığı önemli rol ile dünyadaki ekonomik ilişkilerin ve sistemin farklılaşmasına dayalı olarak yalnızca insanın yaşam alanı ve üretim biçimi değil, makineler ve sistemle bütünleştirilerek (entegre edilerek) kimliği, doğası ve değerleri değiştirilmektedir.
Devamını Okuyun