Kitap/Düşün/Sanat/ Sayfa Editörü: Erinç BÜYÜKAŞIK

Kışın ve Yaşamın Gerçekliği/Ümit Ahmet DUMAN

Şiddetli gök gürültüsü hepimizi istemsizce kendine baktırıyor. Ardından gelen uzun atımlı şimşek parıltıları gecenin ıslak geçeceğinin işareti. Yağmur damlaları ile kar kristallerinin kavgasını izliyoruz havada. Kâh kristaller kazanıyor, kâh damlalar ama mevsimin erkenliği kar kristallerinde güç kaybına neden oluyor.

Devamını Okuyun

Yaşam Sonlardan Oluşmaz/Turan HORZUM

ANNEM, KOVBOYLAR VE SARHOŞ ATLAR, Polat’ın son öykü kitabının adı. Kitapta toplam on bir öykü var. Karakter zenginliğinden söz etmesek de anlatımdaki destansı hava karakterleri içselleştirmemizi sağlıyor. Öte yandan toplumsal duyarlılığımızı propaganda yapmadan acıtarak harekete geçiriyor. Bunları yaparken öyküdeki olayları ve düşünceleri rastlantılara dayandırmıyor. Belli bir etkiyi özenle ve düşünerek tasarladıktan sonra olayları bir araya getiriyor. Çok fazla detay yok öykülerde. Örneğin ‘Kılçık Babam’ öyküsünde anlatıcı çocuğun babası ile ilgili anlattıklarından o kadar çok etkileniriz ki babanın niçin yatağa düştüğünü, ne iş yaptığını düşünmeyiz

Devamını Okuyun

Fay Hattından Edebiyata Düşenler 2/Erinç BÜYÜKAŞIK*

İnsanın depremlerdeki tüm eylemleri, içgüdüsel davranışları, hayatta kalmak adına kaçış istemi ve birbirinin kurtarıcısı olabilme ve olamama halleri veya insanın ikileminlerine dair söz konusu edebi yaratılardaki kimi örneklere şu şekilde de yer vermek mümkündür. Engin Geçtan’ın “Karabasan” öyküsünde bu gerçeklik şu ifadelerle yansır. “Yardım edin,” diye bağırmasına karşın merdivenlerde kaçarak yanından geçenler yardımda bulunmuyorlar (Engin, G. Geç Kalan Öyküler, Öykü, “Karabasan,” Remzi Kitabevi, İstanbul, 2002, ss:149-159).

Devamını Okuyun

Antakya’yı Uzaktan Düşünmek/SeLman BÜYÜKAŞIK*

*Bu metin yıllar öncesinde kaleme alınmış ve deprem felaketini yaşayan Hatay ve tüm depremzede kentlerimize ve kentlerin hafızasına adanarak yeniden yayımlanmıştır. Antakya! Çiçekler, ağaçlar, çağlayanlar diyarı… Kuzeyinde, yıllardır uzak kaldığım kış aylarında hep mor, gizemli Amanosların dimdik durduğu Antakya!...Ve onların güneydoğusundaki yaşlı, gün görmüş Habib Naccar dağlarına sırtını dayarken, Asi ırmağını tutkuyla kucaklamış şirin, küçük ; ama canlı Antakya!...Türlü din ve soyların mozaiği, uygarlıklar kenti.

Devamını Okuyun

Otuzun Üzerinde Dile Çevrilen ve On Beş Milyondan Fazla Satan Başucu Kitabı Victor E. Frankl’den “İNSANIN ANLAM ARAYIŞI”/Tuba KIR

Yahudi asıllı nörolog ve psikiyatr Victor E. Frankl, 1905’de Viyana’da doğar. İkinci Dünya Savaşı esnasında, Naziler tarafından ailesiyle birlikte Polonya’daki imha işlemlerinin gerçekleştirildiği Auschwitz toplama kampına götürülür. Orada annesini, babasını ve eşini kaybeder. İnsanın Anlam Arayışı’nda, kampta başından geçenleri, hayat mücadelesini ve kurucusu olduğu Logoterapi’nin ilkelerini kaleme almış yazar.

Devamını Okuyun

LEV TOLSTOY ve POLİKUŞKA/Tuba KIR

“Ah, şu para yok mu? dedi. Bütün günahlar ondan çıkıyor. Kitapta bile yazılı, paradan daha fazla günah getiren nesne yoktur." Polikuşka, Rusya’da bir köyde at baytarı olarak çalışan bir toprak kölesidir. Alkole düşkünlüğü ve ufak tefek hırsızlıkları etrafta konuşulan adam, karısı ve beş çocuğuyla birlikte bir göz odada yaşamaktadır. Toprak ağası hanımı, ona bir şans daha vermek ister vekahramanımızı yüklüce bir parayı kasabadan almakla görevlendirir. Sahtekârlığı ile nam salan Polikuşka için bu görev, toplumda kendisini aklamak adına çok iyi bir fırsattır. Yedi kişilik ailenin tek bir hırkası vardır. Hanımının verdiği görevi yerine getirmek üzere yollaradüşmeden evvel, karısının ayağından çıkardığı tek yün çoraplarını, ailenin en kıymetli eşyasıolan bu hırkayı ve yine karısının sözüm ona tamir ettiği yırtık çizmeleri giyer. Bu arada yazar, tavukları ve ineği olan ailenin, diğerlerine göre imkânlarının iyice olduğunu da belirtmiş.

Devamını Okuyun

Bir Beyoğlu Masalını Yitirmek/Erinç BÜYÜKAŞIK

Sokaklarında dolaşıp, büyük yoksulluğu ve yoksunluğuyla geçmişe ağıdını söyleyen Beyoğlu’nun şarkısını dinliyorum günlerdir. Yılışık Fransız Sokağı’nın, Tünel’e sığınan yabancıların yarattığı Avrupalılığın ötesinde, caddenin diğer ucuna ulaşıyor sesim: Tarlabaşı... Adında bile bir kriminal gerçekliği istemese de taşıyan bir göçzede İstanbul silueti. Birçok eski levanten yapının yıkılmaya yüz tuttuğu, sokaklarında geceleri zencilerin, esrar satıcılarının, mafyanın, ölüm tacirlerinin kol gezdiği bir başka Beyoğlu.

Devamını Okuyun

Bir Âşığın Portresi Olarak Orhan Veli/Erinç Büyükaşık

Orhan Veli’nin hayatıyla sanatı ve şiirinin kesişme noktasını tam da sözünü edebileceğimiz “sanatçı” tavrını redderek, kendini varoluşun tüm olağan halleriyle ifşa çabasında görmek mümkün, bu noktada “Rakı şişesinde balık olsam” dizesindeki büyük ironi, tam da bilinçaltında nice gelgitler yaşayan ama bu hallerle barışık, büyük yalnızlıkların “şair”i olabilme gücünde bulabiliriz hatta. Bu noktada aşklarıyla da zaaflarıyla da “insanı” hallerini reddetmeyen, büyük kelimeler ve lafazanlıklara sığınmayan Orhan Veli’yi kendi “samimiyet”ini edebiyata yüklemiş usta kalem olarak görmek haksızlık olmaz. En azından yıllar sonra ahde vefa borcunu bir okur olarak ödememiz bu şekilde mümkün olabilir.

Devamını Okuyun

ÖLÜ VE YARALI BİLETLERLE YOLCULUK/Sezai Sarıoğlu

Şimdi de mitoloji ile helalleşip modern ulus devlete yolumuzu düşürelim ve yeni bir cümle kuralım: Laiklik, demokrasi, sivil toplum iddiaları ve "demagojileri" bir yana, devletlerin, yeri ve gök dahil bil cümle hakikati ve mecazı temsil ettiğinin varsayıldığı, "yurttaşların" kendilerini buna göre inşa ettiği bir yerel/evrensel model içinde yaşıyoruz. Hal böyle olunca zorun ve korkunun tarihteki rolünü anlamak mümkün! Bir tarihsel model olan her ulus devlet, kendini yeniden üretmek için “modellere” ihtiyaç duyar. “Model davalar”, “model katliamlar”, “model resmi tarih” vb. sistemi koruyup kollamanın ötesinde daha derinde seyreden kurucu öğelerdir. "Zor" ile "korkunun" ruh ikizi olmaları bundandır; biri diğerinin hem nedeni hem de sonucudur… İşkencenin amacı, öldürmekten  hatta bilgi almaktan çok kişiyi özyıkıma uğratıp onursuzlaştırmak ve özgüvenini yitiren kişinin devlete yeniden geçici ve/veya kesin kayıt yaptırmasının zeminini oluşturmaktır. Bu nedenle “çözülmek”, başkalarını ele vermekten çok kişinin kendini ele verip, devlete yeniden kayıt yaptırma ihtimali olan bir hâldir.

Devamını Okuyun

GÖRSEL EĞİTİMDEN GÖRSELİN EĞİTİMİNE GELMEK/Havva AĞRAL

Görsel olanın kendi içindeki araçları, değişik anlam ve süreçler yaşadı. Savaşların da,insanın başka var oluş süreçlerinin de görsel imajlar çağlarında değiştiğini görüyoruz. Savaşın imajları, yıllar öncesi için, şövalyeler, kılıçlar, kaleler, toplar, tüfekler ve bunların devinimli gösterilmiş oldukça büyük savaş alanı tabloları iken, seksenli yıllarda, Reagan’ın el sıkışmasını anime ederek göstermek, Pink Floyd ‘un yürüyen çekiçleri ile göstermek gibi, gerçeğin animasyonu ile imaj bulmuşu. Hatırlarsınız. İran Irak savaşlarının son bulduğudönemlerdi. Barışçıl görünen gerçeğin animasyonu. Doksanlarda Körfez savaşı. Yanıp sönen fosforlu ışıklar.

Devamını Okuyun

Dur Bakalım/Gürbüz DEMİR

DUR BAKALIM Pencereden dışarıyı seyrediyordu. Yürüyenler adım adım titrek bir sokakta belirsiz ayak izleri ile ilerliyordu. Nefrete ne kadar yakın olduğunu gördü. Gökyüzünün gözleri sarıdan siyaha, hava griden acı kahveye kayıyordu. Korkarak araladı pencerenin kanadını, son bir hamleyle yağmur sonrası kokuya, güneşin çizgilerinin ıslak ve titrek hafifliğine ve her şeyin çakır keyif gülümsemesine uzatıp ağzını derince bir nefes aldı. Dönerek pencere camındaki yüzüne, neye karar verdin, ne yapmak istiyorsun? diye seslendi. Pencere camının ardındaki üzgün ve endişeli yüzü cevap verdi. Eksikliğini duymuşuz hep, eksikliğe şükretmişiz. Ne elde avuç ne avuçta el üstelik eksiklikten geremediğimiz için göğsümüzü hava bile eksik dolmuş ciğerlerimize dedi. Odanın ortasında volta atmaya başladı. Tekrar yürüdü pencereye doğru. Akşamın alacakaranlığı çökmek üzereydi. Alabildiğine keskin, terk edip gitmeyen bir kötümserlik sarmıştı havayı. Saçak altından bir kuş fırladı gitti. Evle kötümser hava arasında derinden bir dağınıklık fark ettiğini söyledi pencere camındaki yüzü. Usulca halimiz hep mi trajik dedi. Halimiz yüzü dökülmüş bir çocukla yürüyordu. Ve hangi soğuğa yetecekti yorganlar. Evde ve sokakta ısınan yoktu. Gece epeyce ilerlemişti, ayağa kalkıp pencereden dışarıya doğru elindeki kadehi havaya kaldırdı. Şerefe dedi… Şerefin ne garip bir sözcük olduğunu düşündü usulca indirdi elini. Bu mahallede doğdum, bu sokakta çelik çomak, misket ve daha nice oyunları oynayarak büyüdüm. Bu sokak coşkusuyla, tahammülüyle, sevgisiyle hepimizi sarar sarmalardı. Düşmanlık yoktu, dedikodu yoktu, muhbirlik yoktu yalnızca sıcak sözlerimiz vardı üleştiğimiz. Silkerek omzunu olmazlandı bundan böyle şerefe sözcüğü çıkmayacak benim ağzımdan dedi. Pencere camındaki yüzü evet dedi. Devam etti. Sanki herkesin coşkusu, sevgisi, tahammülü rehin alınmış. Çırptırılmış su içerisinde boğulmak üzere. Öfkeli bir hal takınarak camdaki yüze, sırtını dönüp yürüdü odanın içine. Dur bakalım dedi. Evden çıkıp evine yüz metre uzaktaki durağı geçip bir sonraki durağa yürüdü. Kaldırımların dar olması sebebiyle karşıdan iki insan geldiğinde yola iniyor, onları geçtikten sonra kaldırıma tekrar çıkarak ilerliyordu. Önceleri pazar günleri gidip tavla dama okey oynadıkları kahve çoktan kentsel dönüşüm adı altında yağmalanmış, yerine ise çok katlı bir bina yapılmıştı. Cadde sağlı sollu neonlu ışıklarla süslenmiş, şehir ışık ve beton tarlasına dönüşmüştü. Eskiden caddeye çıkıldığında karşılaşılan on insandan en az beşi birbiriyle selamlaşırdı, şimdi ise yüzlerce insan birbiriyle karşılaşıyor ancak kimse kimseyle selamlaşmıyordu. İnsanın insana yabancılaştığı gün gibi ortadaydı. Eskinin sıcak samimi bir o kadarda şamatalı sokağı caddesi yoktu artık. Saat gece yarısına yaklaşmıştı, üşüdüğünü hissetti. Önceleri gittiği kahvenin yerine yapılan çorbacıya gitti oturdu bir masaya tam çorba isteyecekti ki polisler girdi içeri. Polisler genel bir arama için, herkes kimliğini çıkarıp beklesin dedi. Çorbacı dükkânı dikdörtgendi giriş ise boydan boya camdı. Arka taraf mutfaktı karşılıklı uzunca iki duvar boydan boya ayna kaplıydı. Ayna boğazına kadar yüzlerle doluydu. Yüzlerde güz rüzgarı ve soğuğu vardı. Ülkemizde süreğenleşen bu güz, yüzlerde estikçe esiyor aynalarda ses çıkmıyordu. Aynalar mutlu şamatalardan, sıcak komşuluklardan, memleket nasıl güzelleşir muhabbetlerinden çok uzaktı ve kimsenin gülümsemeye nedeni kalmamıştı. Çorbayı içti, hesabı ödedi, ardından dönüp uzun uzun baktı aynadaki yüzlere, dur bakalım dedi…

Devamını Okuyun

ÂH KUŞLARI/Sezai SARIOĞLU

“Ne çok dikeni vardı ahlat ağacının Tanrım,/ Ulaşılmazdı,/ Sen sarılmak istesen ona,/ O sana sarılmazdı./ Ne çok dikenin vardı Tanrım!/ Ne çok isterdim,/ Sana sarılamazdım./ Ve şöyle derdim o zaman:/ Ah!” (Didem Madak)

Devamını Okuyun