Nobel Ödüllü Yazar Gabriel  Marquez ve "Aşk ve Öbür Cinler/Tuba KIR

“Mezar yazıtı ilk kazma darbesiyle parça parça yerinden fırlamış, yoğun bakır renginde canlı bir saç yığını mezardan dışarı taşmıştı. Ustabaşı, işçilerin de yardımıyla bunları tümüyle dışarı çıkarmak istedi, ama saçları ne kadar çok çekerse o kadar uzun ve gür görünüyorlardı; sonunda hâlâ bir kız çocuğunun kafatasına yapışık son saç telleri de dışarı çıktı… Yere yayılan harikulâde saçlar yirmi iki metre on bir santim uzunluğundaydı…”

1949’da Santa Clara Manastırı yıkılır ve yerine otel inşaatına başlanır. Mahzendeki mezarların tek tek açıldığını haber alan yazarın çalıştığı gazete, Marquez’i görev için manastıra gönderir. İşçiler mezarları kırdıklarında, yoğun bakır renginde canlı bir saç yığını bulurlar. Yirmi iki metre on bir santim uzunluğundaki bu saç yığını bir kız çocuğuna aittir. Yazar, çocukluğunda büyükannesinin anlattığı bir efsaneyi hatırlar. Çoğu eserinde katkısı olan efsane anlatıcısı büyükannesine göre; saçları arkasında bir gelin duvağı gibi yerlere sürülen ve gerçekleştirdiği mucizeler sebebiyle halk arasında yüceltilen on iki yaşındaki genç markiz, köpek ısırması nedeniyle ölmüştür. Şahit olduklarıyla büyükannesinin efsanesini birleştiren yazar Aşk Ve Öbür Cinler’i böylece kaleme alır. Öykünün öyküsü…



Sierva Maria, anne babası tarafından sevilmeyen bir kızdır. Annesi, büyükbabasının planlarıyla babasıyla evlenmeye mecbur bırakılmış, yirmisinde okuma yazmayı anca öğrenebilmiş aklı kıt babası ise âşık olduğu akıl hastası kadınla bir araya gelme cesaretini gösteremediğinden annesiyle evlenmek zorunda kalmıştır. Yedi aylık ve göbek bağı boğazına dolanarak doğuyor Sierva Maria. Bebek eğer yaşarsa evlenene dek saçlarını kesmeyeceklerine dair Kutsal Meryem’e adak adarlar. Aile, doğduğu günden itibaren çocuğa bakmaz ve kızı köleler büyütür. Onlarla uyur, yer içer. Onların dillerini, kültürlerini, inançlarını benimseyen çocuk da ebeveynlerini sevmez. Almadığını veremez haliyle çocuk. Vahşiliğinden şikâyetçi oldukları ve hiçbir eğitim görmeyen Sierva Maria, siyahilerin desteği ile on iki yaşına varır. Dışlanan, beğenilmeyen, köleliğe zorlanan ırk, küçük kızın hayatta kalmasını sağlamış.

On iki yaşına girdiği gün, doğum gününü kutlama münasebetiyle melez hizmetçisiyle beraber bir dizi çıngırak satın almaya çarşıya giderler. Melez hizmetçi, zenci limanındaki köle satışının şamatasına kendini kaptırır ve küçük kızı kuduz bir köpek ayak bileğinden belli belirsiz ısırır.

Anne baba çok sonra duyar hadiseyi ve öğrendiklerinde de çok geç olduğunu düşünürler. Kakao ve fermente bal bağımlısı anne, kızın sağlığından ziyade kudurarak ölecek olmasının aileyi lekeleyeceğinden dolayı üzülür. İnsafa gelen baba, şarlatan doktorlardan, büyücülerden medet umar. Yahudi bir doktorla tam tedaviye başlanacakken, başpiskoposun çocuğun içine cin girdiğini söylemesi üzerine baba emre uyar ve Sierva Maria’ı köpek ısırmasından doksan üç gün sonra manastıra kapatır. Aslında terk eder.

Zavallı kız, güya cin çıkarma ayinleri adı altında işkenceye uğrar, aç susuz bırakılır. Vicdansız rahibeler kızın yüzüklerini, kolyelerini çalar. Sanki bir sirk hayvanıymışçasına seyredip, itip kakarlar. Yalnızca sözde cinlerinden yardım bekleyen katil bir rahibe kıza yakın davranır. Kızla ilgilensin diye piskoposun görevlendirdiği kütüphane görevlisi otuz üç yaşındaki Rahip Delaura, Sierva Maria’ya âşık olunca vazifeden alınır. Durum fark edilene kadar kaçak görüşseler de tamamen koparlar. Sevdiğinden ayrı düşen ve bir deri bir kemik kalan kız, kuduzdan değil sevdadan delirerek ölür.

“Şeytan kovma ayininin altıncı seansı için onu hazırlamak üzere içeri giren gardiyan, ışıl ışıl gözleri ve yeni doğmuş bebek teniyle onu yatağında aşkından ölmüş buldu. Tutam tutam güçlü saçları kazınmış kafasından sanki köpük köpük fışkırıyor, gitgide uzadığı gözle görülüyordu.”

Hikâye, insanların diken üstünde yaşadığı, diri diri yakıldığı, türlü işkencelere maruz bırakıldığı, edebiyatın yasaklandığı, herkesin birbirine iftiralar attığı engizisyon mahkemelerinin aktif olduğu Ortaçağ'da geçiyor. Piskoposun ağzından çıkan her kelime emir telakki ediliyor. Dolayısıyla piskopos kilisenin korkutan otoritesini, Rahip Delaura bir nevi sağduyuyu temsil ediyor. Rahibin kıza olumlu yaklaşmasının temelini, zekâsı ve kitaplara olan düşkünlüğüyle gelişen romantizmi oluşturmuş bence. Çocuğa yardımcı olmak isteyen fakat başaramayan Yahudi asıllı doktorun, İspanyol engizisyonundan koruyan o yürekliliği babada olmadığından kız ölüyor. İnançsız baba, toplum tabularına karşı koyamıyor.

Yahudi doktor ve rahip Sierva Maria’nın kuduzdan değil, ihmaller zincirinden ve sevgisizlikten ölüme terk edildiğini fark etseler de bir şey yapamıyorlar. Rahibin aşkıyla küçük kız birazcık umutlanıp hayata bağlansa da kötü kaderinden kurtulamıyor. Hikâyenin sonunda kızın anne ve babası neyse ki layığını buluyor. Okuyucuyu rahatlatan bir sonla bitiyor roman.

İnsanoğlunun cahilliği, bağnazlığı, dinin bilimin önüne geçmesi neticesinde küçücük bir kız çocuğu aile ve toplum tarafından hunharca öldürülüyor. İnsanlığın hangi yollardan günümüze ulaştığının ve bağnazlığın nelere sebep olabileceğinin bir kanıtı olan roman, bilimin önemini, din ile örtülmeye çalışılan ahlaksızlığı ve vicdansızlığı bizlere aktarmış. Başlarına gelen sıra dışı olayları kızın alametifarikası zannetmeleri ve ürkmeleri cahilliğin boyutunu sergiliyor. Ayrıca eklemeden edemeyeceğim, otuz üç yaşında yetişkin bir adamla, on iki yaşındaki bir çocuğun o yıllarda normal karşılanmasına rağmen aşk yaşamasını ben şahsım adına hiçbir devirde hoş göremiyorum.

1928’de Kolombiya’da doğan Gabriel Garcia Marquez, hukuk ve gazetecilik eğitimini yarım bırakarak uzun seneler hem gazetecilik mesleğini sürdürüyor hem de öyküler ve romanlar yazıyor. Yüz Yıllık Yalnızlık, Kırmızı Pazartesi, Kolera Günlerinde Aşk, Yaprak Fırtınası, Albaya Mektup Yok isimli eserleriyle tanınıp seviliyor. 1982’de Nobel Edebiyat Ödülü alan yazar, 2014’de Meksika’da hayata veda ediyor.

Hayranı olduğum ve her fırsatta benim yazarım dediğim büyülü gerçeklik ustası Marqouez, hakikat ile fantastik arafındaki Aşk ve Öbür Cinler isimli eseri en az diğerleri kadar başarılı ve etkileyici.

İyi bir kitap okumak gibisi yok. 

Sevgiyle…