“Kristiania’da Yalnız Bir Adam”.        /Knut Hamsun’un Açlık Kitabı Üzerine – Enver Karahan

Knut Hamsun ‘’Yumruğunu yemedikçe kimsenin bırakıp gitmediği garip şehir Kristiania’da sürttüğüm günlerdeydi…’’ diye başlar kitabına. Yazarın 1890 yılında yayımlanan ilk romanıdır. Yazar olmak için verilen bir mücadelenin anlatımıdır. Açlık, hem kahramanının fiziksel ve ruhsal durumunun derinden etkilenişini anlatan bir roman hem de, açlığı en korkunç şekilde yaşayan bir yazarın öyküsüdür. Roman, Knut Hamsun’un hayatını anlattığı için ayrıca otobiyografik bir anı niteliği de taşımaktadır.

‘’…İtfaiye Müdürlüğü’ne gitmiştim. Salonda elli kişi kadardık; güçlü kuvvetli olduğumuz, gözümüzü daldan budaktan esirgemediğimiz sanısını vermek için göğüslerimizi germiştik. Bir muavin dolaşıyor, isteklileri gözden geçiriyor, kollarımızı elliyor, bazı sorular soruyordu. Bana da geldi, başını salladı sade, gözlüğümden ötürü bu işe yaramayacığımı söyledi. Gittim, sonra döndüm geldim gözlüksüz. Kaşlarımı çatmış durdum, bıçak gibi keskindi bakışlarım. Adam geldi yine önüme, gülümsedi., geçip gitti: Tanımıştı herhalde. İşin kötüsü, elbiselerimden hayır kalmamıştı: Hiçbir yerde mazbut bir adam etkisi yaratamazdım artık.’’ (s.12)


–Tanımıştı herhalde– cümlesi, trajıkomik bir durumun dile dökülmesi, özetiydi adeta. Yapılan bu girişim, çaresizlik ve çocukça bir ümit duygusuna kapılmak olarak açıklanabilir. Bu sonu belli olan girişimin olumsuzluğunun o da farkında ama, çaresizliğin verdiği girişim ve belki bir umut düşüncesi insana bu hayatta en trajıkomik işleri yaptırabiliyor. Kahramanımız (her ne kadar ismi zikredilmese de Andreas Tangen olarak bilinir) iş girişimlerinde aldığı ret cevapları, yarım ağız vaatler, hayırlar, boşa giden ümitler, sonuçsuz kalan teşebbüsler, karşılığında cesareti iyice kırılıyor, kitabın başında bahsettiği: Yumruğunu yemedikçe kimsenin bırakıp gitmediği garip şehir Kristiania’da yalnız bir adam olarak karşımıza çıkıveriyordu. Kahramanın zihninde devamlı düşünceler beliriyor, bu düşünceler, önce o anki durumuyla başlayıp, sorgulamalarla devam ediyor ve ardından ümitsizlik, kahramanımızı peşine takıp bir çıkmaz sokakta öylece bırakıyordu. Başkalarının işlediği suçlardan ötürü, Tanrı’nın kendisini sorumlu tuttuğunu düşünüyor; İçinde Tanrı inancı olmakla birlikte yaşadığı talihsizliklerini ve hem bedensel hem de ruhsal acı çekiyor oluşunu Tanrı’ya yaptığı sitemlerde cılız bir isyana dönüştürüyordu. Başına gelenlerinin tek sorumlusunun Tanrı olduğunu artık açıkça dile getiriyor ve tehdit edercesine düşünceler üretmesini sarf ettiği şu cümleler açıklar nitelikte oluyordu:

‘’ Tanrı düşüncesine takılmıştı zihnim tekrar. Ben kendime bir iş ararken, Tanrı’nın her seferinde yolunu kesmesini, istediğim tek şey günlük ekmeğim olduğu halde her şeyi mahvetmesini asla bağışlayamıyordum… Kanepede oturmuş bütün bunları düşünüyor, sürüp giden eziyetleri yüzünden Tanrı’ya gittikçe daha çok hırslanıyordum. Istırap çektirmekle, karşıma engel üstüne engel çıkarmakla, beni kendisine yaklaştıracağını, yola getireceğini sanıyorsa aldanıyordu; bunu ona temin edebilirdim. İnadı karşısında ağlamaklı, başımı göğe kaldırarak bunu ona, sessizce, ilk ve son defa söyledim.’’ (s.22)

Kahramanımız bir yandan yazı yazmak için düşüncelerini toplamaya çalışırken, bir yandan da, açlık, sefalet, ve talihsizliği aklından hiç çıkmıyor ve uykunun eşiğindeki bu evren ortasında, kendini ölüm yolcusu, hurda ezik bir hayvan olarak görüyordu.Kitabın elli altıncı sayfasındaki bir cümle o kadar etkileyici ki, karanlığı anlatışındaki muazzam tasvir hem fobik bir karanlık fikri yaratırken, hem de karanlığa kattığı özel anlam duygusu ile karanlığı arzulamamızı sağlıyordu.

‘’Fakat uyuyamadım. Bir zaman yattığım yerden karanlığı; kavrayamadığım, uçsuz bucaksız ve kalın karanlık kitlesini seyrettim. Aklıma sığdıramıyordum karanlığı. Bütün ölçülerin üstünde bir karanlıktı bu; yakınlığı altında eziliyordum…’’ (s.56)

Kahramanın yaşadığı bir sinir krizi anı şu cümlelerle anlatılıyordu:

‘Sayıkladığımı işittim daha konuşurken anladım bunu. Deliliğim bir güçsüzlük, bir bitkinlik sayıklamasıydı., fakat bilinçsiz değil. Delirdiğim düşüncesi, beynimden bir şimşek gibi geçti. Paniğe kapılmış, yataktan fırladım. Sendeleyerek kapıya gittim, açmak istedim, kırmak için bir-iki yüklendim, kafamı duvarlara vurdum, acı acı inledim, parmaklarımı ısırdım, ağladım ve küfrettim…’’ (s.59)

Delirdiğini hissetmesi, güçsüzlüğüne hayıflanması, ani gelişen öfkeli ataklar ve halüsünasyonlar: Açlığın bir sonucu muydu; yoksa, imkansızlıklarından ötürü istediği, arzu ettiği yazarlığa bir türlü ulaşamamasının vermiş olduğu bir çaresizlik miydi? Belki de saydığımız bu iki unsurun birleşmesiyle oluşan ve ruhunun bu unsurlar karşısındaki güçsüzlüğünden ötürü bir haykırışı, bir patlaması olarak değerlendirebiliriz. Kahramanımız, Stortorv’da kilise yanındaki bir bankta otururken, her şeyin ne kadar da kara göründüğünü düşünüyordu. Yorgunluğundan ötürü ağlayamıyor, öylece hareketsiz halde katotonik bir durum sergiliyordu. Açlığından ötürü ölüme yaklaştığını düşünüyordu. Artık talaş çiğnemenin de boş bir çaba olduğunu düşünüyor, ve işi oluruna bırakıyordu. Kitabın bazı bölümlerinde ani öfke patlamaları ve bir süre sonra görülen boşvermişlik yer yer karşımıza çıkmaktadır.Açlığını gidermek için türlü girişimlerde bulunurken, gururunu ön planda tutuyor ve etik olmayan bir davranıştan kaçınmaya çalışıyordu. Kendisine arkadaşı tarafından ödünç olarak verilmiş bir battaniyeyi ani bir kararla satma girişiminde bulunuyor ve başaramadığı zaman ise aç kalacak olmasına üzülmeyip, battaniyenin satılmadığı için seviniyor olması ve bu girişiminden ötürü yaşadığı pişmanlık, ondaki gurur ve etik kavramının önemini vurgulaması için yeterli oluyordu. Kitabın başka bir bölümünde ise bu durumu gülünç buluyor, namuslu oluşuyla dalga geçiyor ve böyle davranmakla eline bir şey geçmediğini düşünüyordu.

‘’Yolumu kesen engellerin bitip tükenmezliği karşısında çıldırmaz da ne yapardım! Yavaş ve öfkeli adımlarla, ceketimin yakasını hoyratça yukarı kaldırmış, ellerimi pantolon ceplerimde yumruk yapmış yürüyor, yol boyunca bahtımın karanlığına lanetler savuruyordum. Yedi, sekiz ay var ki, tek saatim tasasız geçmemişti, hiçbir hafta her gün, az da olsa birkaç lokma yiyememiştim. İşte yine sefalet bana diz çöktürüyordu. Her şeye rağmen dayanmış, bunca yoksulluğun göbeğinde, namuslu kalabilmiştim; hayhay, alabildiğine namuslu! Aman Allah, ne de aptalmışım! Hans Pauli’nin battaniyesini rehine vermek istediğim için onuruma leke sürdüğümü anlattım kendime. Bu ince dürüstlüğümle eğlenerek güldüm, aşağılayarak tükürdüm sokağa; kendi aptallığımla adamakıllı alay etmeye yeter söz bulamıyordum. Şimdi olmalıydı ki! Şu anda bir sokakta bir okullu kızın harçlığından arttırdığı bir beş para, ya da yoksul bir dulun düşürdüğü bir öre bulsaydım, alır cebime atardım; vicdanım sızlamadan bu parayı çalar, sonra da bütün gece kütük gibi uyurdum. Boş şeyler uğruna böyle tarifsiz acılara katlanmış olmam, işte şimdi meyvesini veriyordu; sabrım tükenmişti, ne olursa olsun, her şeyi yapmaya hazırdım artık.’’ (s.86-87)

İki yönlü açlık duygusu onu bir sarmaşık gibi öyle sarmıştı ki; vicdanına ters düşecek davranışları sergilemeyi aklına getiriyordu. Ama vicdanı her seferinde galip geliyordu.Kahramanımız, yazısını yazarken birden mola veriyor, odada amaçsızca dolaşıyor, tırnağıyla duvarları kazıyor, alnını kapıya dayayıp, parmağıyla kapıyı tıklatıyor, ve çevreyi dinliyordu. Yaptıklarının anlamsız hareketler olduğunu kendisi de biliyor, ama bir yandan da delirdiğini düşünmekten kendini alamıyordu. Büyük yanlızlığı, açlığı ve hayalleri sarmalında tuhaf hareketlerinin farkında oluşu henüz delirmediğinin göstergesiydi ama, bunları sık sık tekrar edişi kendisini ürkütüyordu.Her sayfada ayrı bir acının, ızdırabın, talihsizliğin… izlerini görüyoruz ve bunlara katlanırken verdiği savaş adeta içimize işliyor. Açlıktan ceketinin cep astarını çiğniyor, kasaptan kemik istiyor ama bunu köpeği için istediğini belirtmek zorunda kalıyordu. Kasabın, üzerinde az bir parça et olan bir kemik parçası vermesiyle kuytu bir yer buluyor ve kemiği dişlerinin arasında eziyor, üzerindeki kanlı et parçalarını öğüre öğüre midesine indiriyor ve midesini yatıştırmak zorunda olduğu için kusmamaya gayret ediyordu. Gözyaşları, öğürtüler, kanlı et ve elindeki kemik parçasıyla bağırıp çağırarak dünyanın bütün kudretlerini cehennemin dibine yolluyordu. Cep astarı ve talaş çiğneyerek, midesini oyalayan kahramanımız, şimdi de kemik parçasıyla açlığını bastırmaya çalışıyor ve görüntüsü ruhunda derin bir patlama yaratıyordu. Gözyaşları, böğürmeler, kemik ve kanlı et, içinde bulunduğu bir durumun özetiydi adeta. Bu durumun etkisiyle, yumruklarını sıkarak Tanrı’ya inanmadığını ve onun olmadığını ona seslenerek belirtiyordu ve Tanrı’ya sırt çeviriyordu.Yaşamak uğraşı omuzlarında bir yük gibiydi ve gittikçe de ağırlaşıyordu. Kendi sefil durumundan, açlık ve yoksulluğundan, kıyafetlerinin eskiliğinden ve talihsizliğinden o kadar bıkmıştı ki, artık ölüm onun için koca bir özlem olmuştu. Bir bankta kendi halinde oturup hayatının onda yaşattığı psikolojik travmayı düşüncelerinde gezdirirken, Dilinden ‘’ölümü candan özlüyordum’’ cümlesini gökyüzüne yolluyordu.Kitabın her sayfasında ağır bir melankolik ruh hali o kadar göze çarpıyor ki, hem talihsiz oluşu, hem de sefalet içindeki bedeni ruhunda derin yaralar açıyordu ve bunu sanki yazar okuyucudan yardım istermişcesine gerçekçi anlatışı karşısında her okurun aynı düşüncelere sahip olması kaçınılmaz oluyordu.Kahramanımız, talihsizliğinin ve sefaletinin düzelmeyişine karşı yaşadığı ataklarda Tanrı’ya sitem dolu sözleri sarf ediyorken, bazı bölümlerinde ise Tanrı’nın, onun sesini duyması için yalvarırcasına dua ediyordu. Bu durum içindeki Tanrı inancının hala var olduğunu gösterirken, iç dünyasında ise Tanrı’ya olan kırgınlığını bize yeterince hissettiriyordu.

‘’Derken, birden Ylajali’yi hatırladım. Akşam saatleri boyunca onu nasıl olmuş da büsbütün unutmuştum! Ve gönlüme ışık, hafif mi hafif, yeniden vurdu; beni bir güzel ısıtan bir ufak gün ışığı! Güneş daha da geliyor, ince yumuşak bir ipek ışığı bana sürünerek geçiyor, beni uyuşturuyordu. Güneş çoğaldıkça çoğalıyor, şakaklarımı yakıyor, kızgın ve şiddetli, örselenmiş beynimde kaynıyordu. Derken, deli dolu bir ışık yığını par par yandı gözlerimin önünde. Gökyüzü yeryüzü tutuştu; insanlar, hayvanlar ateş oldular; dağlar ve şeytan ateş oldular; bir uçurum, bir çöl, alevler içinde bir dünya, duman duman bir mahşer.’’ (s.109)

Ylajali’yi hatırlayışında ki yaşadığı bu ağır duyguların, onun iki parçalı bir ruh halinde olduğunu gösteriyordu. Bir yandan sefaletinin ve talihsizliğinin, onda yaşattığı hayattan bıkmışlık ve ölüm arzusu içinde olan melankolik bir ruh; bir yandan da Ylajali’ye duyduğu yoğun duygusal sevginin onda her şeyi unutturduğu, acı ve tatlı iki duygunun karışık ilerleyişi. Ylajali’yi düşünürken bile ayrı bir ızdırap içinde oluyor, onun yanındayken sefalet içindeki görüntüsünden tiksiniyor, zavallı durumundan dolayı düşüncelerinde bile sefalet kol geziyordu. Kitap, az sayfa sayısına sahip olmasına rağmen, her sayfasında ayrı incelemeler yapabileceğimiz derinliğe sahip bir eser diyebiliriz. Kitabın yirmi birinci sayfasındaki şu paragraf ise kahramanımızın yaşadığı duygu durumunu çok iyi anlattığı için yazımın sonuna koymayı uygun buldum. 

’Güneyde idi güneş, saat de aşağı yukarı on iki. Şehir ayaklanmaya başlamıştı, gezinti vakti yaklaşıyor, selamlaşan, gülüşen halk, Kari Johan caddesinde o yana bu yana gidiyordu. Kollarımı gövdeme yapıştırıp küçüldüm; üniversite yanında bir köşeyi tutmuş, gelip geçeni seyreden birkaç tanıdığın önünden gizlice sıvıştım. Düşüncelere dalmış, saray tepesine gidiyordum. Hafif ve keyifli bir sarışınlar başlarını sallıyor, hayatın içinde bir balo salonunda gibi salnıyorlardı. Bu gözlerin hiçbirinde kaygı yoktu, omuzların hiçbirinde yük. Bu şen gönüllerde belki tek üzüntü, belki tek gizli kahır yoktu. Ve ben genç ve çiçeği burnunda bu insanlarla yan yana yürüyordum, saadetin ne olduğunu çoktan unutmuş, içimde bu düşünceyi okşayıp, korkunç bir haksızlığa uğradığım sonucuna varıyordum. Şu son ayların bu acayip zulmü neydi bana karşı? Eski salim kafamı bulamıyordum artık. Her zaman, her yerde en tuhaf azapları ben çekiyordum. Hayallerime işleyen, kuvvetlerimi darmadağın eden ufak tefek, manasız tesadüflerin, sefil teferruatın baskınına uğramaksızın, bir başıma, ne bir park kanepesinde oturabiliyor, ne de bir tarafa gidebiliyordum. Yanımdan geçen bir köpek, bir beyin yakasına takılı sarı bir gül, düşüncelerimdeki ahengi bozuyor, beni uzun zaman meşgul ediyordu. Neyim eksikti benim? Tanrı beni mi göstermişti? Neden bir başkasını değil de beni? İlle gösterilecekse niçin Güney Amerika’daki bir adam gösterilmiyordu? İşi kurcalayıp derin düşündüm mü aklım karışıyor, Allah’ın hikmetine mihenk ve tecelli taşı olarak neden benim seçildiğimi bir türlü anlamıyordum.’’ (s.21)