KNUT HAMSUN’DAN BİR BAŞYAPIT “AÇLIK”/Tuba KIR

“Yumruğu yemedikçe kimsenin bırakıp gitmediği o garip şehir Kristiania’da aç açına sürttüğüm günlerdeydi…”

Çocukluğumdan beri kitap okuyan biri olarak beni en çok etkileyen eserlerin en başında gelir Açlık. İçim acıyarak satırlarında kaybolduğum roman, ziyan edilen, çöpe giden onca yiyeceğin ağırlığını omuzlarıma yüklemişti sanki. Dünya edebiyatının başyapıtlarının arasında anılan eser, yazarın tanınmış bir kalem olma hedefini de gerçekleştirmiştir.

Hamsun’un kendi hayat hikâyesi de adeta bir roman. Kitabı anlamak için yazarı anlamak gerekir. 1859’da Norveç’in kuzeyinde, Lom kasabasında, terzi bir babanın altı çocuğundan biri olarak doğuyor. Ayağında tahta çarıklarla sekiz yaşına kadar çobanlık yaptıktan sonra çok sert bir adam olan dayısının isteğiyle rahip çiftliğine eğitime gönderiliyor. Beş yıl sürüyor bu sert eğitim. Sakin bir adam olan diğer dayısının yardımıyla on dört yaşında doğduğu kasabaya dönüyor. İşportacılıkla, tezgâhtarlıkla geçinemediğinden bir zanaat öğrenmeye karar verse de edebiyat daha cazip geliyor ve ilk romanı Esrarengiz Adam’ı on sekizinde yazıyor. İkinci romanının ardından babası, artık bir baltaya sap olmanın zamanıdır, diyerek onu kâtiplik işine yönlendiriyor. Patronun kitaplarını her bulduğu fırsatta okuyarak gözlerini bozuyor ve ömrü boyunca kelebek gözlük kullanmak zorunda kalıyor. Yazarlık hayalleri böylece alevleniyor.

Geçinmesine imkân sağlamayan düşleriyle beraber açlık sıkıntısı da baş göstermeye başlıyor. Yaşamak için bulduğu her işte çalışmayı sürdürürken edebiyattan kopmuyor. Yutarcasına okuduğu kitaplar hatipliğini geliştirince konferanslar vererek para kazanabileceğini fark ediyor. Biraz para kazansa da Amerika’da daha rahat edeceğini düşünerek bir arkadaşının annesinin yardımıyla Amerika’ya göçüyor. İngilizcesini hızla geliştiren yazar, orada da konferanslar vermeye ve bulduğu her işte çalışmaya devam ediyor. Yoğun tempoyla hırpalanan bedeni daha fazla dayanamıyor ve vereme yakalanıyor. Ölürsem de memleketimde öleyim, diyerek dostlarından topladığı parayla Norveç’e dönüyor. Kimsenin anlayamadığı bir şekilde kendi kendine iyileşen yazar, bir gazete ile anlaşıyor. Basım esnasında, bir dizgi hatası nedeniyle ismi yanlış yazılıyor ve o da düzeltmeyince bugünkü kullanılan ismini almış oluyor.


Norveç’te geçim derdiyle beraber tekrar açlık çilesine düşünce, şans eseri yol parasını toparlayıp yeniden Amerika’ya gidiyor. Biletçilik, ırgatlık gibi işlerde para kazanmaya didinirken konferansları da bırakmıyor. Ne kadar çabalarsa çabalasın düzenini kuramıyor, bir türlü tutunamıyor, aynı zamanda kaderine de razı olmuyor, vazgeçmiyor. Yazma arzusuna ket vuramayarak Norveç’e göç etmeyi planlıyor ve yeniden yollara düşüyor fakat gemiden açlık çektiği günleri anımsayarak inemiyor. Titreyerek sayıklarken elindeki kurşun kalemiylesaatlerce, sayfalarca durmadan yazıyor. Sanrıları 'Açlık' romanına dönüşüyor. Çok beğenilen roman, parça parça dergide yayınlanıyor ilkin. Ardından tamamı basılıyor ve ünlü bir yazar olma hayali gerçekleşiyor. Bir başarı hikâyesi onunki… Uzun yıllar sonra 1952’de doksan bir yaşındayken evinin banyosunda ölü bulunarak hayata veda ediyor.

“Anlatsam kimse inanmazdı buna; yazsam, uydurma derlerdi. İnanacak kimse çıkmazdı hiçbir yerde! Öyle, öyle çare yoktu artık; her şeyden önce sıkı durmak gerekiyordu. Öf be iğrençti, inan olsun kendimden iğreniyordum! Bütün ümitler suya düştü mü, her şey bitti demektir. Ahırdan bir avuç yulafta mı çalamazdım?”

Romanda ismini öğrenemediğimiz karakterin, para kazanma gayretini, hayatta kalma ve açlıkla mücadelesini okuyoruz. Yırtık pırtık kıyafetlerle acınası bir halde dolaşıyor, geceleri hem mumu olmadığından, hem de açlık nedeniyle zihnini toparlayamadığından yazamıyor. Yardımları reddecek kadar da gururlu bir genç adam. Boş ver gururu, doyur karnını da yazını tamamla, demekten kendimi alamamıştım. Onun açlığı benim iştahımı kapatırken üstüme karabasan gibi çökmüştü. Ufak tefek hırsızlığa kalkıştığındaysa pişman olup ölesiye utanıyor. Öyle bir açlık ki bu; kasaptan köpeğim seviyor diyerek bedavaya aldığı bir parça kemiği dişliyor, dahası elini kanatacak kadar ısırıp kanını emerek korkunç açlığını bastırabilmeyi umuyor. İnsanın beslenme zorunluluğuna lanet eden genç adam, nadir de olsa bir şeyler yediğinde küçülen midesi kabul etmiyor ve sarsılarak defalarca kusuyor.

Hayatının kısa bir kesitini okuduğumuz romanında, Knut Hamsun, açlığını yazarak hafifletmeye, dindirmeye uğraşmış. Yazının iyileştirici gücü… Gerçek duyguyu satırlarına yansıttığı için ondan daha iyi açlığın yarattığı tahribatı kaleme alabilen çıkmadı bence.

1920’de altmış yaşındayken Nobel'i kazanan yazarın, Nazi taraftarı olduğunu öğrendiğimdeki şaşkınlığımı tarif etmem hakikaten mümkün değil. Ödülünü, Nazi propaganda başkanına hediye edince İkinci Dünya Savaşı'nın ardından yargılanmaktan akli dengesi olmadığı iddiasıyla kurtulur. Cezasını akıl hastanesine kapatılarak tamamlar. Fakat rahat durmaz ve yine propaganda suçuyla para cezasına çarptırılır.

Böylesine hassas, iyi niyetli, yardımsever bir edebiyatçının Nazi sempatizanı olmasını aklım havsalam almasa da eserinin değeri tartışılamaz. Sırf elimizdekilerin kıymetini hatırlamak adına bile okumalı, okutulmalıyız.

“Yoksul aydın, zengin aydından çok daha kuvvetli görür. Yoksul, her sözcüğü kuşkuyla dinler; attığı her adım, onun düşünce ve duygularına böylece bir görev, bir iş yüklemiş olur.Onun kulağı deliktir, duygusu ince; o tecrübelidir, ruhu yanık yaralarıyla doludur.”

İyi bir kitap okumak gibisi yok.

Sevgiyle...