Her Okur, Kitabı Yeniden Yazar /Hatice DÖKMEN

                                   Bir kitabı okumak, onu kendiniz için baştan yazmak gibidir.

                                                                                  Angela Carter


Her okur, okuduğu kitabı yeniden yazar, bence. Belki de okumanın sihri buradadır. Sözcüklerin yan yana gelip anlam kazandığı cümlelerle dolu satırların; paragraflara, sonrasında sayfalara, ardından bir kitaba akması zaten başlı başına büyülü bir dünya değil midir? Özellikle kurgu kitapları okurken onun kurgu olduğunu bile bile nasıl da etkisinde kalırız. Sıcak kumların hararetini serin denizlerde gideren kahramanın üzerinden biz de aynı duyguyu hissederiz, karda yürümekte zorlanan karakterle birlikte içimiz donar. Dışı harlanmış sobanın başında ısınırız, dik yamaçları tırmanan dağcı ile soluğumuz kesilir, karanlık mağaralarda nefessiz kalırız adeta. Kızıl sıcak çölün ortasında kalakalırız kahramanla birlikte. Zengin iş adamının evindeki ihtişamla pahalı berjerde oturanın kendimiz olduğunu hayal ederiz bir anlığına. Farelerin horon teptiği bodrum katındaki su borularının hırıltısı kulaklarımıza dolarken, odanın kesif kokusu misafir olur burnumuza.

(Trevanian’dan Şibumi’yi okurken gözümün önüne, gördüğüm birçok mağarayı getirerek, hayalimde yepyeni bir mağara çizmiştim. Kahramanın her mağaraya inip çıkışında ben de onunla birlikte inip çıkmıştım. Jose Saramago’nun 'Körlük' adlı romanında ben de o kahramanlarla aynı mekânda yaşamış, onların gördükleri kadar görmüş, hissettikleri kadar hissetmiştim. Harper Lee’den Bülbülü Öldürmek’teki siyahi sanığa karşı kurulan tezgâhlar, sınıf ve ırk ayrımcılığı karşısında sinirlerim bozuldu. Orhan Pamuk’un Kırmızı Saçlı Kadın romanında ben de kuyu kazdım ve vurduğum her kazmada topraktan su fışkırsın istedim. Bunlar gibi daha nice kurgu metinlerde öyle veya böyle ben de o hayali yaşamların içindeydim.)

Bir kitabı okurken, o kitabın kahramanıyla üzülür, kahramanıyla güleriz, adeta. Güzel biten bir kurgunun sonuna geldiğimizde yüzümüzü gülücüklerle doldurduğumuzu, kötü biten bir kurgunun sonunda ise suratımızın turşu sattığını düşünürsek okuduğumuz kitaptaki kurgunun içine nasıl fark etmeden girdiğimizi hatırlayalım. Tam da bu bağlamda her okur, okuduğu kitabı kendince yeniden yazar aslında. O kitaptaki kahramanları kendi çevresindeki insanlardan seçip ona göre hayal eder. Örneğin; kitaptaki kahraman, ufak tefek, sarışın, narin bir kadındır. Biz de yazarın bize verdiği tarif üzerine kendi hayal dünyamızda o kadını çizeriz ve kitabı hayalimizde çizdiğimiz kadın üzerinden okuruz. Ya da yazar bir mekân anlatmışsa yine o anlatım üzerinden kendimizce, çevremizde veya izlediğimiz bir filmde gördüğümüz yerler üzerinden mekânlar hayal ederiz.

Bu konuya yazar açısından bakacak olursak; o da kahramanlarını ve mekânlarını yazarken kendi çevresinden ve kendi hayal dünyasından yararlanarak o kurguyu yazmıştır. Belki de bir kahramanı çizerken birçok kişiden birçok şey almıştır. Belki, boyunu bir başka kişiden, yüzünü bir başkasından, kişiliğini ise bambaşka birinden almıştır. Belki bu bir komşusu, iş arkadaşı, vapurda gördüğü bir insan, izlediği bir filmde gördüğü bir karakter, belki kendisi, belki hemen dibinde yaşayan aynı evi paylaştığı biridir, kim bilir?

Kurgu bir kitap, zaten yazarın kendi belleğinde birçok kişiden oluşan, bambaşka ve yepyeni bir hayat olarak can bulmuştur. Yazardan kopan ve okuyucuya ulaşan kurgu artık yepyeni gözlerin yaratımlarına açıktır. Okuyan herkes kendi hayal dünyasının kişileri üzerinden, o karakterlere kendince yepyeni bir can verecek, mekânları kendince hayal edecektir. Yani, kitabı yeniden yazacaktır. İşte bu döngü, muhteşem bir döngü. Gerek yazar ve gerekse okurun hayal dünyasında olabildiğince özgür olduğu yap-boz oyunu gibi bir şey.

Özellikle son dönemlerde okurun her geçen gün azalması, bilişim dünyasının hayatımıza girmesinden sonra insanların görsel sanata daha çok yönelmesi ile kitabın bize sunduğu yaratıcılıktan yoksun bırakılıyoruz, demek mümkün. Buna bir örnek verecek olursak; Muhteşem Yüzyıl dizisinden yola çıkalım. Kanuni Sultan Süleyman, Mihrimah Sultan, Hürrem Sultan ve daha birçok karakter var o dizide. Bu karakterler, gözüyle kaşıyla saçıyla duruşuyla bize o yönetmenin görsel dünyasıyla sunuluyor. Sonuç olarak; biz, bir Sultan Süleyman’ı Halit Ergenç, bir Mihrimah Sultan’ı Pelin Karahan, bir Hürrem Sultan’ı da Meryem Uzerli olarak görüyoruz ve artık başka türlü hayal edemiyoruz. Çünkü bize görsel olarak sunulmuş bir karakter var zaten. Burada çok önemli bir detay var ki değinmeden geçemeyeceğim. Hepimiz biliriz, bazen izlediğimiz dizideki oyunculardan biri herhangi bir nedenle anlaşmasını bozar ve diziden ayrılır. Yeni oyuncuyu uzun süre hatta dizi sonuna kadar o rolde benimseyemeyiz. Çünkü biz, o dizideki kahramanı ilk oyuncusuyla tanıdık. Beynimize o karakter kodlanırken ilk oyuncusuyla kodlandı. Bu diziyi seyretmek yerine kitabını okusaydık, kendi hayal dünyamızın yarattığı karakterle gözümüzün önüne getirecektik onları. Böylece kendi belleğimizle ve okur gözümüzle kitabı yeniden yazacaktık.

Sakın bu kadar sözün sonunda çıkarılan mesaj, görsel sanata karşı olduğum kanısı olmasın. Tabii ki görsel sanatlar her zaman var olacak ve var olmalı da. Benim derdim Türkiye’deki okur sayısıyla ilgili. Kitapların, oldukça sihirli bir dünyayı barındırdığını düşünüyorum.

Hiçbir gemi bizi bir kitap kadar uzaklara götüremez, Emily Dickinson.

Francesco Petrarca ise; Kitaplar, bizi iliklerimize kadar büyüler, bizimle konuşur, öğüt verir, bize bir çeşit canlı ve uyumlu bir içtenlikle bağlıdırlar, demiş.

Bir kitabı okurken, hayalimizde yeniden yazarak, yaratıcı zekâmızı hiç fark etmeden nasıl çalıştırdığımız konusu oldukça ilginç, değil mi?

Babam ve Oğlum filminde, çocuk “İnsanlar büyüdükçe hayalleri küçülüyor mu dede?” diye sormuştu ya hani. Şimdi de ben sormak istiyorum; İnsanlar okumadıkça hayalleri küçülüyor mu?