Gerçeküstülüğün Gerçekliği/Havva AĞRAL

Gerçeküstücü sanat, özellikle rasyonel görünene karşı bir tavır alarak belirginleşen bir akım olarak karşımıza çıkıyor. Sınırların gerçek düzleme karşı duruşunu, insanın baskın gerçeğe cevabı olarak okuyabiliriz. Özellikle postmodernizmin içeriğinde bulunan bu alanın ilk arkaik ürünleri, İlyada ve Gılgameş gibi edebi yazılı eserlerdir. Bu eserlerin başlangıçta yazılı olmaması, doğaüstü yanlarının destansı şekillerde dilden dile aktarılarak, anlatım gücünü ve sihrini artırarak son biçimini aldığını düşünmeliyiz.

İnsan doğasında bir illüzyon yaratma isteği, çoğu zaman doğaya ve düşmanca gördükleri vahşi canlılığa karşı aldatıcı olma yeteneğini geliştirmek zorunda oluşu ile de açıklanabilir. Bilinçaltı, sanatçının bir doğanın tezahürünü daha kolay açığa çıkarır. Bir kayaya benzeyen zehirli bir kaya balığı, doğaya içkin bir canlının varlığını koruma adaptasyonunu temsil eder. İnsan kendini doğrudan bir kayaya benzeyemez; bu amaca ulaşmak için çamurla kaplanma fikri, benzer bir adaptasyonun, zekâ ve akıl etme yöntemi ve versiyonu olarak görülmelidir. Gerçeküstücü sanatçının bu yönünü sanata uygulaması, belki de başlangıçta böyle tasarlanmış olabilir. Kendini modifiye ederek güçlü gösterme arzusu, kürk giyme, kanatlı sfenks vari bir yaratığa dönüşme gibi adaptasyon yöntemlerini kullanma, insanın kendi gerçeğini biraz kırmasını, farklı göstermesini ifade eder. Bugün efektler ve film hileleriyle yaratılan dönüşümlerin ilk motivasyonlarını bu arkaik mekanizmada buluyoruz.


İnsanın gelişimsel evrelerinden biri dilin gelişimidir. Dil, gerçeği eğip bükme konusundaki yetenekleriyle masallar, efsaneler, destanlar ve edebi romanlar aracılığıyla karmaşık hikayeler inşa etti. Felsefi bir bakış açısından, adlandırdığımız kavramların içini doldurmak, gelişimsel aşamalarda bir noktada durmaktadır. Türk kültüründe ad koyma eylemi, adı önce sorgulama gibi, dilde ve kavramlarda düşündürücü parantezler içerir. Gelişimsel aşamaların ortasında, dilde var olanın, yaşamdaki ağırlığı da bir illüzyon yaratmaktadır. Dilin evrimi ve insanın içindeki gelişim, etkileşimli bir döngü yaratır, temaslar ve alışverişlerle dolu bir etki alanı oluşturur. Bu bağlamda insan, yaratımlarını dil ve düşünceye adapte ederek evrilmektedir.

Gelişimsel süreç içinde insan, kendi dilinde sürekli olarak kendini yeniden yapılandırırken, kabul görmüş normlara karşı tepkisel olur. Gerçeği eğip bükmek, kanonik görünenin içinde gizlenmiş devrimci unsurları veya revizyonları gün yüzüne çıkarabilir. Çünkü dogmatik, kanonik ve baskıcı olan, toplumları, kitleleri belirli bir hiyerarşi içinde tutmak için sınırlayıcıdır. Bu nedenle devrimci unsurların, dilde ve yaşamda sınırları zorlayan etkilerini gözlemlemek, bilinç dışı alanı içermektedir.

İnsanların resim yapma eylemi, üst Paleolitik Dönem’de başladığı tespit edilmiştir. İlk başlarda muhtemelen kendi bedenlerinin ve hayvan formlarının gölgeleriyle kontur çizerek başlamış olabilecekleri düşünülmekte ve bu süreçte çerçeveleme yeteneğini de öğrendikleri düşünülmektedir. Sanatın ilk evi, atalarımızın mağaralarıydı. Dil ve görsel ifade aracılığıyla, insanların anlattığı bir şeyler vardı. Bu insanların bir derdi vardı. Arkaik insanların sorunları, hayatta kalma mücadelesi, doğayla başa çıkma çabası ve vahşi ortamdan korunma ihtiyacıydı. Belki de mağaralarda hissettikleri sıkıntılar, bu dönemdeki sanatın bir yansımasıydı.

İnsanlar, kendi korkularına kendi kurgularıyla cevap arama çabasına giriştiler. Bu çaba, gökyüzünde, denizde ve içlerinde gerçekleşti. Yanlış anlamaların ilişki ağlarını, uygarlıklarını ve devletlerini kurarak, buldukları şeyleri yanlış anladıkları şeyle, yani kendi gerçeklerini başka formlarda şekillendirerek tasarladılar. Göklerdeki varlıklar için aşağıdakilere, verimli topraklarına, kadına ve güçsüz olanlara acımayan, kurban seçen bir düzen oluşturdular. İnsanın hikayesinde, kendi hakikatini öteleyip başka formlarda tezahür ettirdiği kendi gerçeği böylece şekillendi. Kadını, zayıfı, belki de ilkel kodların bir uzantısı olarak birçok yaşam formunu ötekileştirerek, "ötekiler de ötekiliğini kanıksayarak" yanlış anlamalar veya bükülmüş gerçeğin dünyasında yaşadılar. Bu sürekli bükülme, kavimlerin, sürülerin, toplulukların, krallıkların ve devletlerin oluşumlarına evrildiği bir süreçte, kendi bükülmesini haklı görmeye ve dayatmaya çalışıyor.

Düşmanlar, kendi içinde devinen bir gerçeği bükme mücadelesini sürdürüyor, çünkü insanın doğasında, var olduğu günden beri, ötekilerin izleri, tortuları, dualizmi ve çatışmaları mevcuttur. Bu, hayatta kalmanın yanlış anlaşılmış bir şekli gibi. İnsan, gerçeğini bükerek, bozarak ve başka yaşam formlarını taklit ederek, kendini gelip geçici ama bir o kadar kalıcı kılmaya dair sonsuz bir uğraş içindedir.


Yaşamda eksik kalan uyaranlardan beslenen insan, kendi zihninde varlığını sürdürmenin bir yolunu buluyor, adeta bir halüsinasyon içinde yaşıyormuş gibi. Bu durum genellikle beyin kimyası, yaşam koşulları gibi etkenlerle tetiklense de, aynı zamanda insanın dünyayı yanlış anlamasının belirgin bir etkisi olabilir. Paganlardan Kızılderililere, vahiy alanlardan spiritüel inançlara kadar, mevcut gerçeği bozmak, insanın kendinde bir eylem bulmasına olanak tanıyordu. Soyut hayallerin karşılığı olan tanrılar, insanın içsel dünyasında tezahür ediyordu. Görünür olanın ötesini aramak, var olanın ardına düşmek, aynı zamanda insanın kendi içsel sorunlarından biriydi. Yanlış anlamaların etkisinde kendi patolojilerini geliştiren insan, bulduğu cevaplardan hiçbir zaman tam anlamıyla tatmin olmamıştır. Oluşturduğu iktidarın gölgesinde, yaşamı mahvetmiştir. İmgesel düzlemde de yaşamı katletmiştir. Kahramanları yaratırken, yılanları, ejderhaları, satirleri yok etmiştir. İmgesel düzlemde yok ettiği büyük ötekiler, kendi gününü kurmaya çalışan kahramanın icadıyla mümkün olmaktaydı.


Yarattığı ideal kahraman, ilahi form, kurtarıcı olarak, gökyüzünden bir armağandı. Mesih'i beklemek gibi veya Herkül'ün bir savaşçı yarı ölümlü ve doğaya karşı olan varlığı gibi. Yani büyük öteki ile hesaplaşırken, onun yerine koymaya çalıştığı şey, doğaya karşı duran, yeni kutsallar oluyordu. Büktüğü gerçek her zaman doğaydı.

Apokaliptik filmler, belki de göz ardı edildiğinde bile, doğanın kendi gerçeğini ortaya koyuyor. Tsunamiler, depremler, obruklar - tüm bunlar, Gaia'nın acımasız varlığının izleridir. İnsan, kendi tasarımında boğulurken, doğa da "Ben de buradayım" demektedir.

Bu bağlamda, post-apokaliptik bir deneme olan "Şarküteri" filmi, dikkate değer bir örnektir. Film, insanın vahşi yönünü modern çizgilerle birleştirerek gerçeküstü bir yaşam alanına taşır. Modern çizgiler, vahşetin örtüldüğü bir yerdir; şarküteride, insan eti tüketilmektedir. Bu film, insanın karanlık yönleriyle, doğanın gücü arasında ince bir denge kurarak, apokaliptik bir geleceği resmeder.

İlginç olan, insanı gerçeğe çağıran yöntemin, doğanın gerçeküstücü fenomenlerini kullanmasıdır. Bu yöntem, doğayı da gerçeğin ötesine taşıyan bir perspektif sunar. İnsan psikolojisi, kendi ödip kompleksi ve farkındalığı ile içsel bir bağlantı kurmuştur. Doğayı da kendi içsel karmaşıklığından okur; öldürülen yaratıklardan Gaia'nın acımasızlığına kadar, hatta apokaliptik çağrışımlara kadar, aile kavramına atıflar bulunur.

İnsanın oluşturduğu kültürü eleştirmesi, sanatın en verimli alanlarından biri gibi görünmektedir. Sanatın araçsal dili, esnek ve postmodernist bir yaklaşımla, insanın birbirine anlatmanın imgesel yollarını yaratır. Bu çaba, kültürü doğaya geri çağırarak, insan gerilimini anlatmaya ve aşmaya yöneliktir. Günümüz gerçeğine oynanan manipülasyonlar, gerçeküstücülüğe dahil olanların özgür ruhlarından doğar. Tasarlanmış günümüz dünyasının esaret ve gerilimi, sanatın bu alanında bir çıkış yolu bulur.

Sigmund Freud'un bilinçaltındaki daha derin gerçeklikleri öne sürmesi, klasik katı öğretilerin sınırlayıcı olduğunu göstermiştir. Geleneklerden kopmak ve yeni ifade biçimleri keşfetmek, uzun vadeli bir devrim ve klasik dönem dünyasına bir tür anarşi getirmiştir. Andre Breton'un Sürrealizm manifestosu, birinci dünya savaşının kaotik ortamından sonra tepkisel bir akım olarak okunabilir. Bu akım, katılığı ve dayatılan gerçeğin içini oyarak, kendine yeni bir yol açma çabası olarak da anlaşılabilir.

İnsan, kendine dayattığı yeni formunu aşmak istiyor. Bilinç dışının heyulaları, hortlaklar ve bozulmuş biçimler artık gün ışığına çıkmış durumda. Bastırılanın geri dönüşü, insanın kendini ifade etme ihtiyacının bir yansıması olmuştur. Hortlaklar ve zombiler, içsel korkularımızın, çatışmalarımızın ve adalet duygularımızın bastırmaya çalıştığımız yönlerini temsil eder. Bu figürler, kendimizde öldürmeye çalıştığımız ve dayatılan formlara uyum sağlamak için bastırmaya çalıştığımız varlık belirtilerinin direncini simgeler.

Bu korkuların sembollerinde, insanın bastırdığı ötekilere dair yüzleşmesi kaçınılmazdır. Zombiler, ötekilerin göz ardı edilen, bastırılan varlıklarını temsil eder. Bu figürler, ısıran, saldıran, bulaşıcı oluşlarıyla, ötekiliğin acısını ve duyarsızlığın çığlığını temsil ederler. Zamanın ruhunu yansıtarak, zombiler modern mitlerin bir parçası haline gelirler. Şehir merkezlerine, alışveriş merkezlerine saldırıları, modern zamanın karşıt diskurunu ve çatışmalarını yansıtır. Bu figürler, çağdaş insanın görmek istemediği, içsel karanlık yüzünü ifşa eder. Kanibalizmin bir boyutu olarak ortaya çıkan bu temsiller, insanın gerçekle yüzleşmekte zorlandığı, çürümüşlük ve kokuşmuşluğun en derin noktalarını gün yüzüne çıkarır. Bu anlamda, modern zamanların karmaşıklığı içinde çeşitli tanımlar ortaya çıkabilir.

Gotik dönemin fallik şatolarındaki vampirler, klasik dönemin kan emicisi temsilcileriydi ve genellikle zengin sınıfları yansıtırdılar. Bu vampir figürleri, genellikle haç veya sarımsak gibi sembollerden korkar ve topraktan çıkan varlıklarla araları bozuktur. Aynı zamanda ödipal referanslara da işaret ederler. Vampirlerin anavatanı yerdedir ve bu yerle ilgili başka derin anlamlar taşır.

Vampirler genellikle mutsuz olarak tasvir edilirler, çünkü ölümsüzlüğün aslında çok arzulanır bir şey olmadığını keşfetmişlerdir. Gün ışığından yoksun olmaları, kendi karanlıklarından çıkacak bir yüzleri olmamasından kaynaklanır. Bu figürler, kan emici ve sömürgeci varlıklar olarak nitelendirilebilir, genellikle üst sınıflarla ilişkilendirilir ve halk arasında bir tür hezeyan unsuru olarak algılanır. Gerçekten vampirleri gördüğünü iddia eden insanlar da tarih boyunca olmuştur; halkın zihninde genellikle yarasa benzeri varlıklar olarak tasvir edilmişlerdir.

Gündüz, emekçi sınıfın aktif olduğu bir zaman dilimi olarak gösterilir, sokaklarda, iş yerlerinde veya dostlarıyla geçirdiği hafta sonlarında var olan bir yer. Gotik mimarinin içinden devam eden bu tasarım, çözülmüşlüğü temsil eden yaratıkların bu yapıların içindeki korkunçluğunu anlatmaktadır.

Bikameral zihinler, özellikle yazının icadından önceki dönemde, insanların direktifleri duymasıyla ilgili bir sanrı gibi nitelendirilebilir. Bu kavram, Julian Jaynes'in ortaya attığı bir hipotezdir ve antik dönemlerde insanların henüz öz bilinç ve öz farkındalığa sahip olmadığını öne sürer. Bu arkaik insanlar, tanrılarının seslerini duyduklarını sanıyorlardı ve bu illüzyonu yaratan faktörleri anlamak ise karmaşıktır.

Freud'un yaşadığı deneyim, bikameral zihnin örneklerinden biridir. Jaynes'in hipotezine göre, bu insanlar tanrısal sesleri duyduklarını düşünüyorlardı. Bikameral zihin, şizofreninin yarık beyin anlamına gelmesi gibi safhalarla açıklanır. Antik insanlar, yaşamlarını metafizik bir perspektifle okuyarak mucizeler aramaya ve tanrısal sesleri algılamaya çalışıyorlardı.

Ancak, zamanla yazının ve bireysel bilincin gelişimiyle birlikte, insanlar kendi öz bilincine ve birey olma durumuna yönelik bir evrim geçirdiler. İnsanlar, birey olma yolunda kendi tercihlerini yapan, iradeli varlıklar olarak kendilerini görmeye başladılar. Ancak bu evrim süreci, insanın içinde bir kutsallık veya kutsiyet arama eğilimini de beraberinde getirdi.

Peygamberler, bikameral zihinsel fısıltıları duyabilen ideal elçiler olarak kabul edilmişlerdir. Ancak, bu sesleri gerçekten duyup duymadıkları ya da sıradan insanların bu fısıltılara aynı şekilde nasıl yanıt verdiği belirsizdir. Postmodernizmin etkisiyle, insanlar kendi gerçekliklerini bükerek, sanal gerçeklikler yaratma eğiliminde olabilirler. Ancak, yıllarca süregelen inanç kolektifleri içinde örgütlenmiş hayatların bir anda yıkılması mümkün değildir. İnsan, geçmişin mirasını taşıyan ve özgün bir gerçeklik arayışında olan karmaşık bir varlıktır.

Artık metafiziğin varlığına dair somutluk olmadığının da ayrımında olan insan, bir dayanak noktası olarak yeni mitlerin peşinde. Zihin safhası olarak da dağılmış, odağını bulamaz, fulü bir görüntüdedir. Kendi gerçekliğini sorgulayan nokta, zihnin dağınık görüntüsünden kaynaklı olabilir. Kendini simüle etmiş, kendini süblime etmiş kendi zihnine bile oyunlar etmiş insanı buluyoruz sanki. Çağlardan ziyade klişe söylemlerini kanoniklerin, bir şeylerin içini doldurması ihtimalinin kalmadığı ama bir o kadar diretildiği durumda, insan, metinlerin ve yapının, yapı bozumunu görmeye çalışıyor. Çünkü gerçekliğe ihtiyacı var. Beden duyumundan, zihnin ağırlığına değin bir gerçeğe tutunmak zorundadır insan. Hâlbuki her şeyi okumaya çalışan, “yaşamı da, gelişimi de vs” insan metinler arası gerçeğini de okumak zorundadır. İdealist oldukça katı, ütopik oldukça sonunun karanlığını gören öğrenilmiş kodların sonrasında bile sığınacağı tek yer kendi geçekliğidir. İnsanlığın sanal gerçeğindeki ortak hikâyelerin okunmazlığı insanın gerçeğini kaybetmesinde büyük rol oynuyor. İnsanlığın kaybettiği gerçek büyük oranda kendi kolektif ortak hikâyesi olmakla birlikte dünya artık o kolektif manzaradan çok uzaktadır. Tek tipleşen bir kültür görüngüsü yaratmak, tek tipleştirmek ise ideolojik bir kısırlık ve despotizmi yaratır. Bakın dünyanın her karışında başka bir geçekliğin gölgesine düşerken gerçek artık tek değildir. Ama belki insanlıkla ortak yaşanabilecek olan geleceğin karanlıkları olabilir. İnsan kendi yakasından tutmuş, kendini kıyamet bir çağa sürüklüyor olabilir. Ve son olarak, insan gerçeğinin yeni dönemlerini de internet televizyonculuğunun dizileri haber veriyor gibi. Bu son dönemi de manipüle edilmeye açık ve tehlikeli görmekteyim. Umarım insanlık yeterince ayılmış bir gerçekliğe kavuşur. Yoksa kendisi çok geç kaldığı bir gerçekliği olacak.

Artık metafiziğin varlığına dair somutluk olmadığının farkında olan insan, yeni mitlere yöneliyor. Zihinsel dağılma ve bulanık odak, kendi gerçekliğini sorgulayan bir noktanın yansıması olabilir. İnsan, kendini simüle etmiş, zihnini oyunlarla süblime etmiş gibi görünüyor. Çağlardan öte, klişe söylemlerin boşaldığı, insanın metin ve yapı bozumunu görmeye çalıştığı bir durumda, gerçekliğe olan ihtiyaç belirgin. Beden duyumlarından zihinsel ağırlığa kadar her şeyi okumaya çalışan insan, metinler arası gerçeği de anlamak durumunda. İdealist olmak kadar katı, ütopik olmak kadar karanlık görünen kodlar sonrasında bile insanın sığınacağı tek yer kendi gerçekliğidir. İnsanlığın sanal gerçeğindeki ortak hikayelerin okunmazlığı, insanın gerçeğini kaybetmesinde büyük bir etken. Dünya, tek tipleşen kültür görüngüsünden uzaklaşsa da belki insanlıkla paylaşılan geleceğin karanlıkları olabilir. İnsan, kendini kıyamet çağına sürükleyen bir yön bulmuş olabilir. Son olarak, insan gerçeğinin yeni dönemlerini internet televizyonculuğunun dizileri gibi gözlemlemekteyim. Bu dönemin manipülasyona açık ve tehlikeli olduğunu düşünüyorum. Umarım insanlık yeterince uyanmış bir gerçekliğe ulaşır, aksi takdirde çok geç kalınmış bir gerçekle yüzleşme durumu olacaktır.