“EDOUART LOUIS’dan KÜÇÜK DEV ROMAN “BABAMI KİM ÖLDÜRDÜ”/Tuba KIR

“Bütün çocukluğum senin yokluğunu ümit etmekle geçti.”

Kahramanımız, birkaç aydır görmediği babasını ziyarete gider. Kapıyı açan baba tanınmayacak haldedir. Yürüme güçlüğü çeken, nefes bile alamayan, makine yardımıyla kalbi çalışan adamın esip gürleyen o kudretli halinden eser yoktur. Dededen intikal fakirlik ve fabrika işçiliği ömür boyu dur durak dinlemeden çalışan bedenini tüketmiş, zavallı bir hale dönüştürmüştür.

Maço babasına göre okula gitmek erkekliğe yakışmaz. Yalnızca kızlar ve kendi cinsine ilgi duyan erkekler okulun disiplinine, düzenine ayak uydurabilirler. Liseden ayrılan baba, fabrikaya girer. Ancak birkaç hafta dayanabilir ağır tempoya ve ondan önceki nesillerin hayatını yaşamak istemediğinden ayrılır. Fransa’nın güneyine yerleşir. Hırsızlıkla, alkolle geçen beş senenin sonunda kürkçü dükkânına geri döner. Evlenir ve kaderine razı olur.

“Gençlik bazılarına hayatın armağanıdır, bazılarınınsa tek çaresi onu çalmaya çalışmaktır.”

İki oğlu dünyaya gelir. Babasının erkek kavramına uymayan küçük oğul naif, sakin bir çocuktur. Ağabey, babanın açtığı yoldan ilerler. Ağabeyinden ve babasından psikolojik ve fiziksel şiddet gören kardeş, iki adamı birbirine düşürür. Ağabey babasına saldırsa da baba oğluna karşılık vermez, vuramaz. Seni öldürecek kişi olmayı başaramamıştım, diyen yazar çocuk aklıyla babasından intikam alacağını düşünmüştür.

Babasının öğretisi korkunçtur; erkek adam film izlerken ağlamaz, müzik duyduğunda her yerlerini oynatıp dans etmez. Annesi, babasının gençliğini hatırlatınca adam konuyu derhal kapatır. Tek eğlencesi televizyon seyretmek olan adamın, tesadüfen izlediği arya söyleyen kadından etkilenmesine, hatta gözlerinin dolmasına tanık olur kahramanımız. İzlendiğini fark edince çabucak toparlanır. Çünkü duygusallık erkekliği bozar.

Doğum gününde kahramanımızın hediye seçimine bile karışır baba. Erkeksi hediyeler seçmelidir oğlan çocukları. Geleceğe yatırımdır bu.

Annelerine de kaba davranan baba, karısı onu tek edince toparlanamıyor. Onu ne kadar sevdiğini anlamana ayrılık vesile oldu, bir klasik, sözleriyle durumun altını çizmiş yazar. Karısını döven, alkol alan baskıcı baba, sorumsuz bir adam değildir ama. Yükümlülüklerinin yerine getirmek adına bir ömür feda eder. Ta ki iş makinası üzerine düşüp yürüme güçlüğü çekene kadar. Kısa bir süre işsizlik maaşı bağlanır. Sağlık Bakanlığının kararıyla maaşı ve ilaçları kesilir ve evinden kırk kilometre uzaklıktaki bir şehirde, ayakta duramayan adam günde sekiz saat iki büklüm eğilerek çöpçülük yapmak zorunda bırakılır.

Yazar, babasının sömürüye dayalı acımasız sistem sayesinde değişip geliştiğini söylüyor.Bu açıdan yazar, babasına kırgın olsa da sistemin onu şekillendirdiğini bilecek kadar da bilinçli. Yani oğlunu ezen babayı da siyaset un ufak ediyor. Baba, fiziksel gücünü yitirdiğinde onu dinlemeye, hak vermeye başlıyor. Homofobik, ırkçı adam, oğluna erkek arkadaşını soruyor, kitaplarını etrafına gururla hediye ettiğinden bahsediyor.

“Konuştuk seninle, uzun uzun kendimizi açıkladık, çocukken tanıdığım adamı sana şikâyet ettim sana, sertliğini, sessizliğini, deminden beri saydığım sahneleri ve sen beni dinledin. Ben de seni dinledim.”

Eserin sonunda, sistemin, üst tabaka keyfine bakarken alt tabakayı nasıl kullanıp posasını çıkardığının özellikle altını çizmiş yazar. Louis, evrensel bir soruna değinmiş. Dünyanın neresinde olursan ol, ezilen, çok çalışıp az kazanan emekçidir, demiş kısacası.

Kitap bana Kafka’nın babasına hitaben yazdığı Babaya Mektuplar’ını hatırlattı. Kafka’nın satırlarına öfke hâkimken Lois’in kaleminden babasını çözümlediğini ve anladığını okuyoruz. Kafka babasını affedemezken farkındalığı yüksek Louis, babasına karşı daha olumlu yaklaşıyor. Şunu da eklemekte fayda var, tabii ki Kafka’nın babası da zor ve otoriter bir adam.

Kahramanımız, toplumun ve ailesinin ona dayattığı erkek adam rolünü çabalasa da üstlenemiyor. Sadece abisinin ve babasının değil, yaşıtlarının da zorbalığına maruz kalıyor. Okuldan tanıdığı iki çocuk onu her gün, kız gibisin, diyerek dövüyor. Suratına tükürüp çok üzücü ama balgamlı tükürüklerini yediriyorlar. Kahramanımız, bu şiddet diğer çocukların gözü önünde cereyan etmesin diye kütüphane koridorunda, her gün aynı saatte dayak yemeyi bekliyor. Dayaktan kaçamasa da utançtan kaçmanın yolunu böyle buluyor. Hikâyede içimi en çok acıtan sahne buydu.

Doksan iki doğumlu genç yazar da, Fransa’da işçi sınıfına ait bir ailede dünyaya geliyor.Ailede üniversiteye giden ilk kişi olarak eğitimini tamamlıyor. 2014’de Edd’nin Sonu büyük yankı uyandırıyor. Homofobikliği, ırkçılığı, eril dünyayı, sosyal eşitsizliği konu aldığı kitapları yirmiden fazla dile çevriliyor. Güzel Surat anlamını taşıyan ve dalga geçilen ismini Edouard Louis olarak değiştiriyor.

Fransa’nın yakın geçmişine ışık tutan bu eseri de otobiyografik roman olarak kabul görüyor. Yazar, eseri geriye dönüşlerle canlandırırken, hayatından kesitleri iç hesaplaşmalarla aktarmış. Karakterlerinin isimleri olmaması da hayat öyküsünün olduğuna dair ipucu bir nevi…

Ülkemizde tiyatroya uyarlanan ve daha fazla insana ulaşan roman, Fransa’da yazarın bizzat kendisi tarafından sahneleniyor. Edebiyat eserlerinde, tabuların yıkıldığını gençyazarların cesur kalemler sayesinde görmek umut verici.

Doğum gününde kahramanımızın hediye seçimine bile karışır baba. Erkeksi hediyeler seçmelidir oğlan çocukları. Geleceğe yatırımdır bu.


“Bir arkadaşım, ebeveynlerin çocuklarını değil, çocukların ebeveynlerini değiştirdiğini söylüyor.”

İyi bir kitap okumak gibisi yok.

Sevgiyle…