BÜLBÜLÜ ÖLDÜRMEK /         Berrin YELKENBİÇER

Bazen bir insana, bazen de bir kitaba, bir filme geç kaldığınızı düşünsünüz.

Onlarla karşılaştığınızda öyle beğenir, öyle keyif alır, eksik yerlerinizden öyle bir tamamlanırsınız ki “keşke” dersiniz, “keşke daha önce tanısaydım, okusaydım, izleseydim!” Siz de o zaman ne yaparsınız?

O kişiyle olabildiğince çok zaman geçirmeye, paylaştığınız her anın, kahkahanın, sarılmanın hatta derdin, tasanın tadını çıkarmaya çalışırsınız. Sonra da hepsini minnetle alır, kalan ömrünüzde taşımak üzere cebinize koyarsınız.

O kitabı bazen bir daha okur, herkese anlatır, kitaplığınızın baş köşesine kaldırmadan önce geri getirmesini tembihleyerek birilerine ödünç verirsiniz. İstersiniz ki çok kişi okusun.

O filmi sohbetlerinize mutlaka konu eder, hatta hızınızı alamayıp hakkında yazarsınız. İstersiniz ki çok kişi izlesin.

Aynı kitabı okuyan, aynı filmi izleyen kişilerle yakalayabileceğinizi düşündüğünüz o gönül bağının peşine düşersiniz.

Yakalamayı başardığınızda sizden mutlusu yoktur! Hayatın bir yandan fena halde dayattığı yalnızlığa gol atmış gibi hisseder, bir sıfır öne geçersiniz.

Bir yanınız da her şeyin bir zamanı olduğunu, her insanın, kitabın, filmin doğru zamanda karşınıza çıktığını fısıldar size. Şöyle bir düşündüğünüzde anlarsınız ki o kişiyle daha önce karşılaşsanız belki de he deyip geçecektiniz. O kitabı daha önce okusanız satırların arasındaki büyüyü kaçıracaktınız. O filmi izlediğinizde sıkılıp yarısında bırakacaktınız

Bülbülü Öldürmek romanı da filmi de bende önce bir geç kalmışlık duygusu uyandırdı. Sonra dedim ki kendi kendime; daha adil bir dünyanın özlemiyle yanıp tutuştuğumuz, iyiliğe, iyi insanlara, sağlam duruşa çok ihtiyaç duyduğumuz bugünlerde iyi ki kitabı tam da şimdi okumuşum, filmini tam da şimdi izlemişim. Nasıl da umut oldular bana, ensemi karartmamaya dair inancımı nasıl da pekiştirdiler.

Bülbülü Öldürmek filmi, Amerikalı yazar Harper Lee’nin 1960 tarihli, Pulitzer ödüllü romanından aynı adla uyarlanmış.

O Harper Lee ki yazma eylemine de geç kaldığını düşünen bendenize ayrıca umut olmuştur. Hanımefendi hayatı boyunca iki roman yazmış. Bülbülü Öldürmek ve elli yıl sonra yazdığı, devam roman sayılabilecek Tespih Ağacının Gölgesinde. Dedim ya, hem her şeyin bir doğru zamanı var, hem de enseyi hiç karartmamak ve ne olursa olsun vazgeçmemek gerekiyor.

Ben genelde önce romanları okur, filmlerini sonra izlerim. Bunun daha doğru bir sıralama olduğuna inanır, kendi imgelerimi oluşturmak ister, romandaki hikâyenin filme sığmayacağını düşünürüm. Çoğunlukla da romanı filminden daha çok beğenirim. Sadece Muhteşem Gatsby buna istisnadır.

Umarım Scott Fitzgerald’a ayıp etmiyorumdur ama filmini romandan daha çok sevmişimdir. Sözün uçup yazının kalacağına dair sonsuz inancıma rağmen bu son dediğimin aramızda sır olmasını umuyorum.

Duyduğuma göre Amerika’da bir deneysel çalışma yapılmış ve hangisi olduğunu bilmediğim bir kitap satır satır, noktasından virgülüne kadar filme çekilmiş. Ortaya yedi sekiz saatlik, seyir hali oldukça sancılı olabilecek bir film çıkmış. Yani bir romanın senaryoya aktarılıp filme çekilmesinin ne kadar güç olabileceğini ve emek gerektirdiğini tahmin edebiliyorum.

Ve bu romanın uyarlamasını alkışlıyorum. En İyi Uyarlama Senaryo Akademi Ödülü’nü alması boşuna olmasa gerek.

Hikâye 1930’ların Alabaması’nda, kurgusal Maycomb kasabasında geçiyor. Ekonomik buhran yılları. İç Savaş’ın üzerinden uzun zaman geçmiş olmasına ve artık ortalıkta Ku Klux Klan kalmamasına rağmen ırkçılık tam gaz devam ediyor. Siyahi Tom Robinson, beyaz bir kızın ırzına geçmekle suçlanıyor ve ölümle yargılanıyor. Tom’u savunmayı Gregory Peck’in canlandırdığı Atticus Finch üstleniyor.

Gregory’nin Atticus’u canlandırdığını henüz filmi izlemeden önce, tam da romanı okuduğum sıralarda öğrendim. Bir başka geç kaldığım bilgi olduğunu düşünürken hayatın zamanlamasına bir kez daha hayran kaldım. Tüm sayfalarda Atticus benim için artık Gregory’di ve okuma keyfim arttı

Film senaryoya aktarılırken bu rolün önce Rock Hudson’a verilmesi düşünülmüş ve Harper Lee de bunu onaylamış. Ama rol Gregory Peck’e gidince ve bir elbise gibi üzerine tam oturunca, yazar hayran kalmış ve babasından kalan saati Gregory’e hediye etmiş.  Filmin bir sahnesinde Atticus “Babalarının saatlerini oğullarına bırakması adettendir.” diyor oğluna. Belki de buradaki saat metaforuyla babalara saygı duruşu yapılıyor.

“Başka insanların yüzüne bakabilmek için önce kendi yüzüme bakabilmeliyim. Çoğunluğun düşüncelerinden bağımsız hareket eden tek şey insanın vicdanıdır!” diyor Atticus. “İnsanı anlamanın en iyi yolu, olaylara onun açısından bakabilmek, onun ayakkabılarıyla dolaşmaktır.” diye öğütler veriyor çocuklarına. Öyle güzel bir baba örneği sergiliyor ki böyle babalar çoğalsa iyi ve vicdanlı çocukların yetişeceğine dair inancımız artıyor.

Zaten Atticus Finch, tüm zamanların en şahane roman kahramanlarından biriymiş. Öyle ilkeli ve dürüst, öyle taviz vermez ve dik duruşlu ki gerçek dünyada böyle kişiler daha çok var olsa, hayatın nasıl da hafifleyeceğini düşünüyor insan

Sinema dilinde böyle karakterlere statik karakter deniyormuş. Yani seyir boyunca değişmeyen, çizgisinden çıkmayan karakter. Atticus Finch de bir beyazı savunduğu için dışlanmasına, hatta ölüm tehditleri almasına rağmen hiç taviz vermiyor, inandığı doğruların peşinden gidiyor. 

Hani Tolstoy demiş ya: “Tüm muhteşem hikâyeler iki şekilde başlar. Ya bir insan bir yolculuğa çıkar ya da şehre bir yabancı gelir.” diye, işte bu da dinamik karakterler yaratıyor ki onlar da hayatın rengi, filmlerin tadı, romanların tuzu. Romanlar, filmler ve hayat hem statik hem de dinamik karakterle güzel.

Romanın neredeyse yarısı, okuru sıkabilecek denli durgun geçiyorken, filmde bu kısım doğal olarak daha kısa tutulmuş ve sıkılma riski ortadan kalkmış. Romandaki mahkeme sahnesini film izler gibi okuyorsunuz. Filmdekini de romanı okurmuş gibi izliyorsunuz.

Oyunca kadrosunda Robert Duvall’ın da olduğunu öğrenince, tüm film boyunca hangi karaktere can verecek diye merakla bekledim.

Tam da sona gelip herhalde kaçırdığımı düşünürken Bo Radley olarak karşıma çıktı. Üstelik hiç repliği yoktu ve henüz kel değildi. Meğer ilk filmiymiş.

Harper Lee’nin mahalleden çocukluk arkadaşı Truman Capote, romanda ve filmde Dill karakterine esin olmuş.

Robert Mulligan’ın yönettiği ve Cannes Film Festival’nde Gary Cooper Özel Ödülü’nü kazandığı 1962 tarihli film, sadece senaryo değil, Gregory Peck’e verilen En İyi Erkek Oyuncu ve En İyi Sanat Yönetimi dalları da dahil olmak üzere üç dalda Akademi Ödülü kazanmış.

Müzikleri Elmer Bernstein yapmış. Büyük usta Leonard Bernstein’le bir akrabalığı olup olmadığını Google’da aradığımda, daha sorumu tam yazmadan çıkan linkten başkalarının da benzer bir merakla aynı aramayı yaptığını anlayıverdim. Merak birliği de bir tür gönül birliği, insana iyi geliyor. Akrabalık yokmuş ama Elmer Berstein de son derece üretken bir besteciymiş. 1951-2004 yılları arasında 238 film müziği bestelemiş, 47 filmin soundtrack’ini hazırlamış. Bu filmin müziğiyle de Altın Küre kazanmış.

Tüm zamanların en iyi mahkeme filmlerinden biri sayılan Bülbülü Öldürmek, ayrıca ABD’de kültürel, tarihi ve estetik olarak önemli filmler arasına seçilmiş ve Kongre Kütüphanesi’nin Ulusal Film Arşivi’nde muhafaza edilmesine karar verilmiş.

Hem romanda hem de filmde “Ayağa kalkın çocuklar, babanız geçiyor!” repliğiyle beni ağlatan Bülbülü Öldürmek, eksik yerlerimi tamamladığım şahane bir deneyim oldu. Roman, film ya da her ikisi olarak aynı keyfi size de dilerim. Önermesi benden, sıralama sizden. Gelin gönül bağı yakalayalım!

Yararlanılan kaynaklar:

Vikipedi www.beyazperde.com