Albert Camus Eserlerinin Ana Kaynağı : Tersi Ve Yüzü/Enver Karahan*

Yolculuğun değerini oluşturan şeyin korku olduğunu söyler Camus; Tersi ve Yüzü’nde. Camus’un ”Tersi ve Yüzü” dışındaki tüm eserlerinde beliren düşünceler Tersi ve Yüzü’nde daha somut ve yalın yansıtılmış olduğunu belirtiyor. 1958 önsözünde ise ”Tersi ve Yüzü” adlı eserini, ”yazdıklarımın en iyisi” diye belirtiyordu. Camus ”Tersi ve Yüzü” adlı eserinde, kendisinden ve çevresinden en açık bir şekilde bahsetmesi ve tüm eserlerinin ana kaynağı gibi görmesi. Camus’un kendisinden hiçbir zaman uzaklaşmamış olmasının bir neticesidir.

Albert Camus 1958’de ”Tersi ve Yüzü” için şöyle yazar:

”Bu kitaptan bu yana çok yürüdümse de o kadar ilerlemedim. Çoğu zaman ilerlediğimi sanırken geriliyordum.”

Tersi ve Yüzü’nün bir başlangıç eseri olmadığını, aslında döngünün yolunda koyu harflerle duran bir parça olduğunu, bir kaynak niteliğine sahip; özlenen ve başvurulan olduğunu Camus’un şu sözünden çıkarabiliriz:

”Bir gün Tersi ve Yüzü’nü yeniden yazmayı başaramazsam, hiçbir şey başaramamış olacağım.”


Jean Granier ve Andre Gıde’nin etkisinde kalan Camus; Malroux, Kafka, Tolstoy ve Melville’ye hayranlık duyduğunu belirtmiştir. Her ne kadar hayranlık duysa da, Camus kendisinden hiçbir zaman uzaklaşmamıştır. Tersi ve Yüzü kitabının 1958 baskısının önsözünde yazdığı gibi: ”Her sanatçının ta içinde, benliğini ve dilini yaşamı boyunca besleyen tek bir kaynak vardır, onun kaynağı da Tersi ve Yüzü’dür. Tersi ve Yüzü’nde beliren yüzler ve görünümlerdir.” der. Sonraki eserlerinde Tersi ve Yüzü’nün izlerini görebiliriz. Özellikle ”Sisifos Söylemi” eserinde bu daha belirgin olarak çıkar karşımıza.

Albert Camus, ”Hiçbir şeyin öneminin kalmadığı anlarda bir insanın ölmek istemesini anlayabilirim” der. Karşılaştığı bir dostun dalgın konuşmasından ötürü bir insanın dertlendiğini ve kendisini öldürdüğünü normal bir eylem olarak görür. ”Sisifos Söylemi” Adlı eserinde Camus şöyle der: ”Gerçekten önemli olan bir tek felsefe sorunu vardır, intihar. Yaşamın yaşanmaya değip değmediği konusunda bir yargıya varmak, felsefenin temel sorusuna yanıt vermektir.” Camus, yaşamanın intihar etmekten daha cesaret gerektiren bir olgu olduğunu dile getirir sıklıkla ve kurduğu şu cümle ile, insanın yalnızlığına ve yaşamanın zorluğuna atıf yapıyor: ”Öyle bir gün geliyor ki, insan olması gerektiği yerde olmak istiyor.”

İnsan, olmak istediği yerde olamıyorsa eğer, yani şartlar ve durumlar buna uygun olmuyorsa, yazgı denen kavrama boyun eğmenin sancılarını taşıması gerekiyor yıllarca. Olmak istediği yerde olmak; ya da, tersten söylemek gerekirse: Olmak istemediği yerde olmamak… Bu kimi zaman yolculuk, kaçış, uzaklaşma gibi seçenekler olabilirken; aslında en etkili çözümün intihar olduğu fikrini daha bir canlı görürüz.

Albert Camus, ”Alay” adlı denemesinde, bir yanı felçli yaşlı kadının hayata tutunmak zorunda kalışını anlatırken; yaşlı kadının, hastalığının ölümle sonuçlanacağına olan inancının; Tanrı’ya olan inancıyla eşdeğer olduğunu görebiliriz.

Bu yaşlı kadının Tanrı’dan başka her şeyden sıyrıldığı, tümden bu son hastalığa bırakıldığı, zorunluluk sonucu erdemli olduğu, kendisine kalan şeyin aşka değer biricik varlık olduğuna kolayca inandığı, sonra, bir daha dönmemesiye, Tanrı’ya adanmış insanın düşkünlüğüne gömüldüğü seziliyordu. Ama yaşam umudu yeniden doğmayagörsün, insanoğlunun çıkarları karşısında Tanrı’nın bir ağırlığı kalmıyordu.”s.30

Belki Tanrı’yı da kızdıran bir özellikti insanoğlunun çıkarcı tavırlar sergilemesi ve zorunluluk halindeki etik olmayan davranışları. İnandırıcılıktan uzak mıydı, yaşlı kadının hastalığı nedeniyle ölüme yaklaştığını hissetmesi ve inancına yakınlaşması. Hasta yatağına ilk düştüğü anda eline aldığı tespihi ve İsa heykelciği… hangisi daha tozluydu; ya da, yıllarca yalnız ve dokunulmadan bir köşede, dekor görevinde miydi? Yaşlı kadın her ne kadar Tanrı’ya yakınlaştığı, hayattan uzaklaştığı izlenimi verse de, aslında yalnız kalmak istemiyor ve yalnızca insana güveniyordu.

”En sonunda çekilip gidebildi, bu arada hasta, koltuğunda yarı yarıya doğrulmuş, dehşet içinde dayanabileceği biricik kesinliğin silindiğini görüyordu. Kendisini koruyan hiç bir şey yoktu artık. Tümüyle ölümünün düşüncesine bırakılmıştı, kendisinin ürpertenin ne olduğunu tam olarak bilmiyordu, ama yalnız kalmak istemediğini seziyordu. Tanrı insanları elinden alıp, kendisini yalnız bırakmaktan başka hiçbir işine yaramıyordu. İnsanları bırakmak istemiyordu. İşte bu nedenle ağlamaya başladı. s.32

”Yoksullukta bir yalnızlık vardır” der Camus. ”Ama her nesneye değerini veren bir yalnızlık.” Basit ve somuttur her şey onun için ve kendine özgü bir oluşu duyumsar. Kendine özgü olmak, ince bir çizgiyle ayrılmak benzer gibi görünenlerden. Bu ayrım yalnızlığı çağrıştırır. ”Yaz akşamları, işçiler balkonda otururlar. Onun evinde, küçücük bir pencereden başka bir şey yoktur. Bu yüzden evin önüne iskemleler indirilir, akşamın tadı böyle çıkarılırdı. Sokak vardı, yanda dondurmacılar, karşıda kahveler ve kapıdan kapıya koşan çocukların gürültüsü. Ama her şeyden önce, büyük incir ağaçları arasında, gök vardı. Yoksullukta bir yalnızlık vardır, ama her nesneye değerini veren bir yalnızlık. Zenginliğin belirli bir noktasında, gökyüzü de, yıldızlarla dolu gece de doğal varlıklar gibi görünür. Ama basamakların dibinde, gök tüm anlamını yeniden kazanır: paha biçilmez bir Tanrı armağanı.” s.41


Sirke kokulu bir odada hastalık içinde inleyen bir beden; anne yavrusuna şevkat duyuyor, yavru anneye acıyor. Gece uzun, sabaha çok yol var daha, heybe boş… Sanki sabah olunca acılar bitiverecekmiş gibi bir psikoloji hakim zihinlerde. Tıpkı ölüm gelince yaşamanın zorluğun bitivermesi düşüncesi gibi. Herkes uykuda, odada inlemeler ve koca bir yalnızlık hali. Yoksulluğun yalnızlığı yazgının katlanılan ağırlığıydı belki de. Ter ve sirke kokusu hakim bir oda ve annesine bağlı bir yavru. Sabaha daha çok var. Sabah olur belki ama; yalnızlık, odaya sinen ter ve sirke kokusu gibi adım atılan, gözlerin ulaştığı her yerde yazgıyı yaşatmaya devam ediyor.

”Basitlik sözcüğünün tehlikeli bir niteliği var. Ve ben bu gece yaşamın belirli bir saydamlığı karşısında artık hiçbir şeyin önemi kalmadığı için ölmek istenebilmesini anlıyorum. Bir insan acı çeker, mutsuzluk üstüne mutsuzluğa uğrar. Katlanır bunlara, yazgısını benimser, iyice yerleşir içine. Saygı görür. Sonra bir akşam, hiç: bir zamanlar çok sevdiği bir dostuna rastlar. Dostu biraz dalgın konuşur onunla. Evine dönünce, adam kendini öldürür. Sonra gizli dertlerden, bilinmeyen dramdan söz edilir. Hayır. İlle de bir neden gerekirse, dostu kendisiyle dalgın konuştuğu için öldürmüştür adam kendini. Böyle işte, dünyanın derin anlamını duyar gibi olduğum her seferde, onun basitliği şaşırttı hep beni.” s.45

Albert Camus, ”Her şey basit, insanlar karıştırıyor işleri” derken deniz fenerlerinin ışıkları hala yanıyordu. Ve yanmaya devam edecekti. Yalın ve somut olmanın gerekliliği basit olanı öne çıkarıyordu. Deniz fenerinin ışıkları ulaşabildiği yere kadar varlığını kanıtlayabiliyordu. Her şey bu kadar basitti belki de. Camus daha çarpıcı bir örnek veriyordu: ”Ölüm mahkumu için ”Topluma borcunu ödeyecek” demesinler, ”kafası kesilecek” desinler”

Yabancısı olduğu bir şehirde koca bir yalnızlık hali, tüm ruhunda hissettiriyordu varlığını. Bulanık kaygısı görünür oluyordu yavaş yavaş. Midesine, istemsizce ve mecburiyet halinden dolayı doldurduğu garip bir yemek ve görkemli yapısında kendisinden bir şeyler bulduğu barok mimari kiliseler. Basitlik algısı zorlayıcı bir hale dönüyordu burada. kalabalıkta acelecilik durumuna zoraki atılma hissi ve kendini avutmak için söylenen bir söz”Sıkılmadığım bir ülke bana hiçbir şey öğretmeyen bir ülkedir.”

Yine de kurtulamıyor iç buhrandan. Yüzüne çarpan insan kalabalığı. Bağırmak geliyor içinden ama; ”belirecek olana yabancı yüzlerdir” diyor çaresizce. Ve kaygılı halini şöyle dile getiriyor: ”Kiliseler, altınlar ve buhur, hepsi de, hepsi de, her nesnenin değerini iç sıkıntımın verdiği günlük bir yaşama atıyor beni. Ve işte alışkanlıkların perdesi, devinimlerin ve sözlerin yüreği uyuşturan, rahat örgüsü, ağır ağır açılıyor, kaygının solgun yüzünü gösteriyor en sonunda…”

”…Bu memleket beni kendi benliğimin göbeğine getiriyor, beni gizli iç sıkıntımın karşısına yerleştiriyordu. Ama Prag’daki iç sıkıntısıydı bu, değildi de. Nasıl açıklamalı? Elbette, ağaçlarla, güneşle, gülümsemelerle dolu bu İtalyan ovasının önünde, bir aydır beni kovalayan ölümü ve insandışı kokusunu başka yerlerde olduğundan daha iyi kavradım. Evet, bu gözyaşından uzak doluluk, bu içime dolan, sevinçten yoksun huzur, bana düşmeyen şeyin: bir vazgeçişle bir ilgisizliğin kesin bilincinden başka bir şey değildi. Roman kahramanlarını bir yana bırakırsak, ölmek üzere olan, üstelik bunu bilen bir kişinin, karısının yazgısıyla ilgilenmediği gibi. İnsanın iç çağrısını gerçekleştirir bu adam, bu da bencil, yani umutsuz olmaktır. Bana gelince, bu memlekette hiçbir ölümsüzlük umudu yok. Vicenza’yı görecek gözlerim, Vicenza’nın üzümlerine dokunacak ellerim, Monte Berico’dan Villa Malmarana’ya giden yolun üzerinde gecenin okşayışını duyacak derim olmadıktan sonra, ruhumda yeniden yaşamışım ne çıkar?”s.58

Gerçeküstü bir şöleni çağrıştırıyor yolculuklarında bazı duraklar. Masada duran bir şişe içinde hikayeleri barındırıyordu. Ve şişeden çıkmayı bekliyordu kahramanlar. Alkol yüklü incelikler geğirilecekti suratına. Gerginlik tüm ruhunu esir almıştı… Masada bir şişe… ‘‘Her imge bir simge olur” diyordu Camus. ” Ve her varlığa, her nesneye mucize değeri veririz ruhumuzu hasta bulduğumuzda…”

*Bu metin 1 Temmuz 2022 tarihinde besincisanat.com'da yayımlanmıştır