ÂH KUŞLARI/Sezai SARIOĞLU

“Ne çok dikeni vardı ahlat ağacının Tanrım,/ Ulaşılmazdı,/ Sen sarılmak istesen ona,/ O sana sarılmazdı./ Ne çok dikenin vardı Tanrım!/ Ne çok isterdim,/ Sana sarılamazdım./ Ve şöyle derdim o zaman:/ Ah!” (Didem Madak)

Zil yerine tambur çalınan lisenin önünde toplandılar… Her zamanki gibi, “azınlık kuşları” dediğim meydanın sahibi kuşlar havalanıp gelenlere yerlerini verdi. “Kayıp yakınları” deniyordu onlara, macaz olarak da “benim annem cumartesi” ismi yakıştırılmıştı. Kayıpların ah’larını taşıyorlardı yıllardır. Yere konan kuşlar gibi kanatlarını açtılar sonra kapattılar. Yaşlı bir Kürt ninenin kanatları arasına oturdum. “Hayat, âh çekmektir bizim oralarda. Her ağaçta âh’lar asılıdır, her evin bacası âh tüter…” diye sessizliği bozdu. Herkes ona baktı, âh’ından nasiplenmeye çalıştı. Sustu...

“Sayamadım kaç ah döküldü dallarımdan./ Binlerce yeşil gözü olan bir zeytin ağacı gibi,/ Çok şey görmüşüm gibi,/ Ve çok şey geçmiş gibi başımdan,/ Ah.. dedim sonra/ Ah!” (Didem Madak) Suskunluğu yine o bozdu: “Âhlarımı toplayıp geldim buraya. Ne zaman ‘barış’ diye sarılsak hançerlendik …” İçine tüten, dumanı lekesiz bir sesti. Issız bir âh… Güne âh ile başlamamıştık. O, “âh” çektikçe yıllar önce kandığım kısa bir sözcük geldi aklıma; “âh!” Ve öğleleri şiire heveskar ben, “sesinin tonunu Ahlat ağacına emanet edip” genç yaşta kaybettiğimiz şair Didem Madak’ın “Ah’lar Ağacı” şiirini anımsayıp; âh’ına âh katarak ya da kalp ağacına bir âh da benden bağlayarak içimden okumaya başladım. Mırıldandığımı görünce, “âh’ını paylaş ki birlikte âh’lanalım” dedi. Kucaklaşmak istedikçe batan ne çok dikeni vardı devletlerin.

“Dallarına salıncak kurardı çocuklar,/ Hızlı yaşanan bir hayatın şarkılarıydı salıncaklar./ Meyveleri tatsızdı/ Eski bir lanetten dolayı/ Herkes dişlerdi acı meyvelerini,/ Ve herkes söverdi ona./ İsmini yazardı herkes onun bağrına,/ Ah derdi o.. Ah!” (Didem Madak)

O sırada, çok uzaklardan silah sesleri duyuldu. Telgrafın tellerine konan kuşlar uçtular. İki kuş düştü yere. Tam önümüze… Nine, “Âh kuşları, bunlar… Yüksekova’da vuruldular ama buraya düştüler…” Dövmeli göğsünden üç renkli bir mendil çıkardı, ölümden uyandırmamak için usulca üstüne örttü kuşların. Sonra da bir elini kulağına götürüp âh çekmeye başladı. Kâinat sustu...

“Gülümsedim o sıra,/ Bazen sevinirim,/ Sevinmek nedense hep yedi yaşında/ Ve ah.. dedim sonra,/ ah!” “Bir zamanlar meydan okumak isterdim./ Kaç meydanın okudum da bu hayatın/ Yalnızca iki harf öğrendim:/A / H!” “Bana yıllarca, bunca sözü boşa söylettin./ Ah!” (Didem Madak)

Öyle bir ülkeydi ki, yedi yaşında okula gidince sevinenlerin yanı sıra, yedi yaşında daha ilk gün, ilk derste dili sökülüp, başka bir dil takılarak dillerinden öldürülenler de vardı. Âh… Belki de bu nedenle, âh çekerek saklambaç oynayan çocuklar âhlarıyla birlikte dağlara saklanıyorlardı…

“Güçlü bir el silkeledi beni sonra/ Sanırım Tanrı’nın eliydi,/ Sayamadım kaç ah döküldü dallarımdan,/ Çok şey görmüşüm gibi,/ Ve çok şey geçmiş gibi başımdan/ Ah dedim sonra/ Ah!/ iç ses diye söylendim/ Gel!/ Ahlar ağacından sen de biraz meyve topla// Vasiyetimdir. / Bin ahımın hakkı toprağa kalsın…” (Didem Madak)

Kuşların üstünden mendilini almadan, ninni yerine “âh” çekerek çocuk beler gibi beleyip ağıtladı kuşları. Elleri, öldürülen, kaybedilen yakınlarının isimlerinin yazıldığı dövmelerden oluşan “âh ağacı” gibiydi… Bileklerinden parmaklarına doğru uzayıp giden, memelerine kadar uzanan isimler ağacı. Âh! Kuşları yerden kaldırdı, “bu kuş Veysel”, “Bu Mehmet” diyerek, göğsünü aralayıp memelerinin arasına yerleştirdi… Sonra da, “Her ‘âh’ yakınımdır benim… Didem’i bilmezsem de, bilmez miyim ‘ah’lar ağacı’nı… İnanmazsan sesimin ah’ına kulak verip dinle” diyerek mırıldanmaya başladı: “Ya siz,/ Nasıl bilirdiniz çocukluğunuzu ey cemaat?/ Nasıldı/ Öldürdüğünüz birinin cenaze namazını kılmak.?” (Didem Madak)