YOL ÖYKÜLERİ/Filiz ÖZDEMİR

Ayakta kilometrelerce yol gitmenin çileli halleri. Balık istifi, itiş tıkış. Özellikle kadınların değişmeyen sitemleri, isyanları. Anda kalan dostluklar, yardımlaşan, dayanışan insanlar... 

İstanbul ulaşımının sıradan alışılagelmiş yüzü. İstanbul’u yaşamanın ve bu şehrin insanını tanımanın en kestirme yolculuğu.Kadıköy, Bakkalköy hattı. Bu iki köyün arasında, bir yerlere varma çabası. Çabanın ötesinde ayağına yer açma kapışması. Şanslıyım; Ziverbey’den binerken minibüste oturacak yer bulmuşum. Yanımda, cam kenarında genç kumral bir kadın, başında güneş gözlüğü, kulağında kulaklık, bacaklarıyla ritim tutuyor. Durak yok, her el edene durur bizim hattın şoförleri. Hatta el etmeyenin önünde de durur, kornaya basar, bekler. Diğer minibüslerden yolcu kapmakta pek bir gayretliler. İnsanların biri iniyor, beşi biniyor. Göztepe’den sonra oturmak ne mümkün, ayakta yer bulursan ne âlâ.

Yaşlı değil, çökmüş bir kadın, ayakta duracağını bilerek, ama bir o kadar da birilerinin ona yer vereceğinden emin, biniyor dolmuşa. Tepemde dikiliyor, hiç niyetim yok, yorgunum, kalkma diyor içim. Hastaneden bindi, ya hastaysa? Tam yeltendim kalkmaya, yanımdaki kumral genç kadın davrandı. Cam kenarına kayıp teyzeye yer açıyorum. Teyze eminim benimle akran, hor kullanmış hayatını Yüzünün tüm hatları yuvarlak. Pergelin odağını burnuna koymuş, bir tur attırmışçasına değirmi bir yüz. Başına doladığı beyaz, boncuk oyalı tülbendin altından bir tutam beyaz saç terli alnına yapışmış. Elindeki poşete sımsıkı sarılmış. Poşetler paralı artık; çevreyi kirleten onca atığın içinden günah keçisi olup çıktı plastik torbalar. Ohlaya puflaya otururken, daracık koltuğa sığsın diye nerdeyse cama yapışacağım. Belli ki konuşmaya hasret: 

“Fıtıktan ameliyat oldum, yırtıldı.” 

Tahminim doğru hastaymış kadıncağız. Gözleri birbirine öyle yakın ki, ikisini kesen ince burun direği olmasa, iki gözbebeği neredeyse yapışık. 

“Geçmiş olsun” diyorum, neren neden yırtıldı diye sormuyorum, sorarsam hikâye uzayacak biliyorum. Sormama gerek kalmıyor zaten.

 “Ameliyat yerim ikidir yırtıldı, dikiş tutmuyor. Sanki bir kumaşı iki elinle çekiştirip yırtarsın ya cart diye, hah aynı öyle yırtıldı su bidonunu kaldırırken.” 

Ön koltuğa dayanan göbeği o konuştukça jöle gibi sağa sola yaylanıyor. Dikiş tutar mı bunca yağ, tutmaz tabii. Kaptan şoförün istif sloganı;

“Arkaya doğru ilerleyelim!” 

Dersin arkası uçsuz bucaksız derya. Kırmızı kasketli genç bir adam;

“Hangi arkaya kaptan?” “Arabanın arkasına.” Gülünür tabii, biz de öyle yapıyoruz. Kabulleniş var bu işte, söylensek de, itiraz dilekçeleri yazsak da, imzalar toplasak da ne halin varsa gör diyen zihniyet değişmiyor. Ya yürüyeceğiz evlerimize, ya da bu keşmekeş durumdan keyifli anlar yakalayacağız. Kitap okumayı denesen o da zor, dur kalk mideler ağızda.

 “Şoför bey artık yolcu almasanız, ayaklarımı koyacak yer bulamıyorum.” 

Şoförden gık yok. Söylenen kadının elindeki karton poşetten pıt pıt su damlıyor ayaklarımın dibine, pet şişe patladı zahir. Ha bir de iki insan yeri işgal etmiş çöp kovası! Kırmızı kasketli gevrek gevrek:

“Üzerine otur abla kovanın!” Kadın paylar gibi;

“Deli mi ne, o beni tartar mı?” “Doğru seni tartmaz.”Pardösüsü ile yerleri süpüren genç kadına dönüyor.

"Çocuklardan birini oturt bari.” Genç kadın kaynanaya öfkeli gelin halleri ile çöp kovasına zınk diye oturtturuyor oğlanı. Hırsına bakılırsa yanındaki kaynanası hal ve tavır öyle söylüyor.

“Aç şu çocuğun gocuğunu terledi sabi…”

 Gelin bir hışım açıyor kaynanasının kucağındaki küçüğün fermuarını. Kapüşonunu çocuk kendi indiriyor. Kıvırcık kara saçları dökülüyor kara gözlerinin üzerine. Şarkılı, türkülü, parasının üzerini alamayanların, parasını vermeyenlerin hengâmesi ile dur kalk, gaz fren yola devam. İnenden çok binen, oturandan çok ayakta duran var. Bir gaz, bir fren hoop herkes bir öndekinin üzerinde. Tacize macize gerek yok eşkâri. Millet birbiri ile yakın temasta. Karton torbalı kadın kafasını ani frenle tutunma çubuğuna çarpıyor.

 “Hoop ağır ol şoför bey, kafamızı gözümüzü dağıtmadan bir evimize varsaydık.” Uzun boyundan ötürü iki büklüm, kırmızı kasketli genç adam her çorbaya tuz;

“Abla elindeki o patlak su şişesini, karton kutuyu filan, bak hazır çöp kovamız da var atıver de boşalan elinle şuradan tutun bari.” 

Karton torbalı kadın lahavle çekmeye başladı.Allı güllü eşarplı bir genç kadın,sırtında şişkince bir sırt çantası, daracık blucinin cebinden para çıkarmaya çalışıyor. Bizim kırmızı kasketli gene rahat durmuyor, adam kendini minibüsün asayişinden sorumlu memuru ilan etti

.“Abla şu sırtındaki çantayı önüne alsan, valla burada iki kişiye yer açılır.”

 Kız oralı değil birkaç bozukluk düşürüyor, eğilip almak ne mümkün. Şükür mahalleme girdik, yağmura rağmen bir durak önce iniyorum. Binmek birse, inmek bin dert.

 “İnenlere müsaade edelim!”

 Yol açmak için bir iki kişi iniyor. Kalabalığı yara yara, burun buruna, nefes nefese, ayaklara basa basa atıyorum kendimi dışarıya. Şaha kalkmış at gibi yola revan bizim minibüs. Tane tane yağmur çiseliyor, temiz havayı ciğerlerime dolduruyorum. Fatoş’un çiçek tezgâhına serin sulara dalar gibi dalmak istiyorum. Fatoş, ha o bizim mahallenin çiçekçisi. Sor; kim nerde, hangi apartmanda, evli mi dul mu, kim kiminle, tek tek anlatsın. Gelene sağdıç, gidene yenge durumları… Fatoş’un tezgâhı; mahallemin rengi, cıvıltısı, ayaküstü dedikodu için soluklanma yeri... 

Mahallede Fatoş’un oğullarını kızlarını, yetmedi torunlarını da hep birlikte büyüttük. Üç gelin, üçü de birer köşe kaptı. Hele biri var ki, gece toplamaz çiçeklerini. 

“Demeti on liradır paranızı sabah verirsiniz,” diye bir not iliştirir. İyi niyet karşılığını bulur. O yazıyı okuyan, o tezgâhtan ertesi gün ederini ödemeyeceği tek bir çiçek dahi almaz. Ohh sıklamenler, papatyalar envaı çeşit renk renk. Nergisler. Sümbüller mis, ya o hüsnüyusuflar, karanfiller… Allah’ım cennete düşüyorum, o mahşer kalabalığından. Fatoşun küçük torun, masmavi gözlü, al yanaklı toraman.Elinde bir bağ mor sümbül dikiliyor önümde;

"Abla alsan bi bağ sümbül…"

Morunu pembesini sümbüllerin, dolduruyorum kucağıma. Burnuma dayayıp yürüyorum. Islak insan kokusu, ter kokusundan yere düşmüş burnum, yerine oturuyor. Mutluluk; bakınca, koklayınca, dokununca, konuşunca çıkıveriyor bir anda insanın karşısına… Hayat güzel, ne derseniz deyin. İnsanlar, hele bizim insanımız başka güzel. Cenderelere, kokuşmuşluğa, ihanete rağmen… Yorgun, yoksun üzgün şehrim. Güzelsin hâlâ.


Eğlenceli olması bir yana insanları gözlemlemek, fark etmek, çeşitlilik, karmaşa ve kargaşa. Sosyologlar toplu taşıma, özellikle de dolmuş kullanmalı. Memleketin resmi öyle net ki burada. Üç beş dolmuş yolculuğunda tez yazılır…

Hele efsane 500-T, Tuzla’dan Cevizlibağ’a 80 km, yaklaşık iki saat, bir de İstanbul trafiğini eklersek şehirlerarası, kıtalararası toplu taşımanın destanı. Bir gün üşenmeden binip 500 -T efsanesinin içine girmeli, kim bilir ne çok insan, ne çok renk, ne çok yol hikâyesi.

Kadıköy Pendik hattı, binmeyeni dövüyorlar. Madem durdu, yürüyerek gidebileceğim mesafeye neredeyse silah zoruyla bindim.Şoför:

 “Gel annem şöyle,” diyerek ön koltuğa buyur ediyor beni. Gençten, kara yağız, deli fişek. Jöleli saçları alnına kadar düşmüş. Anne dedi ama sonra çark etti;

"Buyur ablam” 

Aileden biri yapacak beni, hadi kabul. Bostancı ya kadar muhabbete kararlı yanına oturduk bir kere. Karşıdan gelen minibüslerle selamlaşıyor arada bir klaksonu ile hava basıyor. Vitesle, direksiyonla dans ediyor.

 “Abla sen şimdi bu adam deli mi ne diyosundur ama, inan olsun bu memlekette az biraz deli olmasan yaşayamazsın. Düşün bi kere Pendik- Kadıköy, günde en az yedi, sekiz sefer. Bir sefer gidiş dönüş bir buçuk saat. Sen hesapla kaç saat aynı yol, aynı trafik, aynı cebelleş.”

Vites kolundan kehribar tesbihi alıyor parmaklarının arasında aceleyle dolaşıyor kehribar taneleri.

“Başka türlü çekilmiyor. Üstelik kazandığım yevmiye ancak günlük nafakayı karşılıyor.”

Yerden göğe haklı vallahi.Fon da yanık bir türkü. Kürtçe anlamıyorum ama kaptanın efkârından bir sıla hasreti, bir sevda yarası anlatıyor gibi.Tam önünde aynalı plakada,“Sen bu bayram benim şekerim ol, Sonraki bayram ben sana kurban.

”İki bayram için sevgiliye böyle bir mesaj, gülümsetiyor insanı.Erenköy pazarında seçim mitingi. Belediye başkan adayı halkla kucaklaşıyor, seçimden seçime oluyor zaten bu kucaklaşmalar, sonra unutup gidiyorlar. Bizim kaptan türkünün efkârından çıkıveriyor. Açıyor parti bayrağını, bir yandan havalı klakson, bir yandan başkan diye avazı çıktığı kadar tezahürat, Başkan el sallıyor, bizimki gaza basıyor. Gururla:

 “Abla bizim oralıdır ha, hemşerimdir,” diyor. Besbelli sahiplenmiş. Arkadan muhalif mırıltılar. Çarşaflı orta yaşlı bir kadın, 

“İki bölücü bir oldular tövbe tövbe.”

Farklıyız ama aynı minibüsteyiz. Anlatamayacağımı, anlayamayacağını biliyorum. Başımı camdan yana çeviriyorum.

“Boş ver abla duyma, ağzı olan konuşuyor, her gün bin türlü kafada insan taşımakla öğrendim, her konuşana laf yetiştiremeyeceğimi”

Bir bilgelik varsanki bu yolların fatihinde.Zınk fren, iyi ki ayakta değilim. Okullu çocuklar, hurra 13 -15 yaşlarında sekiz on ergen. Neşeli bir kalabalık doldu minibüse. 

“Abi öğrenci alır mısın?”

 “Sabahçı mısın öğlenci mi, sabahçılardan yarı ücret.”

 “Aa o niye ki?”

 “Ey yazıktır erken kalkmıştır, yorgundur, uykusuzdur.” 

“Deli mi ne,” diyor kızlardan biri,

“akşamın beşine sabahçı mı kalır?” 

Diğerleri kızı tepeleyecek. 

“Hepimiz sabahçıyız abi, tam gün bizim okul.” 

Elli kuruşları elden ele şoföre ulaştırıyorlar, cepte kalan elli kuruşun mutluluğu kısa günün kârı.

 “Abi sen her gün bu saatte geç bizim okulun önünden böyle iyi yaa…” 

“Oldu, uyanığa bak senin okul servisin olsam?”

 Sevdim ben bu kara yağız delikanlıyı Orhan Veli’nin Dalgacı Mahmut’ u geldi aklıma…

 “İşim gücüm budur benim.Gökyüzünü boyarım her sabah,Hepiniz uykudayken…Uyanır bakarsınız ki mavi”

 Onun işi de bu belki, bilmeden hayatı maviye boyamak, Dalgacı Mahmut ruhuyla yaşamak. Telefonlar başlıyor; annelerin merak saati.

 “Anne dolmuştayım.”

 “Ya geliyorum.”

 “Yok, doğru eve anladım.”

 “Uf yaa gene mi sulu köfte!” 

“Yorgunum alamam.” 

Zınk bir fren daha, çocuklar birbirinin üzerinde, cipsleri yerlerde. Bizim dalgacı kaptan mümkün olmadığını bilerek, 

“O cipsleri toplamadan inmek yok.” 

Bir kadın çorbada tuzu olsun istemi ile

“Çocuğum ver kitaplarını tutayım."

Çocuk kendi yükümü kendim taşırım ahkâmı ile

“Yok, teyze böyle iyi.” 

Arkadaki kalabalık sohbete başımı çeviriyorum.Hepsi bir model; fularlı, gözlüklü, elmas yüzüklü; kısa, kızıl saçlı teyzeler. Belli ki beş çayından dönüyorlar, ya da altın günü. Dolmuşta oturacak yer bulamama ihtimal ya, açmış seyyar taburesini teyzemin biri. Hepsi kırk yıllık ahbap. Sohbet siyaset, ekonomi. Korkusuz verip veriştiriyorlar hükümete. Topyekûn; kadın, erkek, genç, yaşlı ekonomist ve siyaset uzmanı olduk, memleketi kurtarıyoruz şükür… 

Siyaseti bitirdik, ekonomiyi çözdük sırada yemek tarifleri, çocuklar, gelinler, damatlar, torunlar. Seyyar taburedeki teyze damadından pek bi dertli ne olurmuş sanki geçerken onu da alsaymış, sırtında mı taşıyacakmış? Az önce gelininden dertlenen diğer kızıl saçlı

 “Beklemiyecen kardeşim, iki el bir baş için Allah ele avuca düşürmesin.”

Arkadan topluca bir AMİİN nidası.Dolmuşta, parkta, pazarda yan yana geldik mi seans başlar. Psikolog misikolog hak getire. Milletçe zor şartları aşmanın yolunu bulmuşuz, konuşabilen bir toplum olmak hayatı kolaylaştırıyor mu ne? Yalnız olmadığını bilmek direncin gücüne ivme mi katıyor ne? Her birimiz birer Dalgacı Mahmut olmuş, hayatı ağır edenlere inat, her sabah gökyüzünü maviye boyamaya koyulmuşuz.