Yastık/Hatice Dökmen

Görsel: Mehmet Emin Ceylan
Onunla evlenmemin çok nedeni vardı. Kibardı. Yakışıklıydı. Dahası, beni olduğum gibi seviyordu ama…

Çocukken hep babamın yastığı olarak yaşayacağımı düşünüyordum.

“Tombişim. Hani neredeymiş benim yastığım?”

“Buradayım!”

Sevinçle koşar, kanepede yerimi alırdım. Babam göbeğini salaya sallaya gülerek koltuğundan kalkıp gelir dizlerime yatar, ellerimi öperdi.

“Neymiş bunlar yumuk yumuk, neymiş bakalım. Bunlar el değil bal canım.”

Ninni söylerdim, o da uyumuş gibi yapıp horlardı. Memelerim pütürdemeye başladığı günlerde annem bu oyunumuzu bozmaya başladı.

“Eşek kadar oldu. Şımartma bu kadar.”

“Bırak hanım. Dokunma benim tombişime.”

Annem sadece o kadarla kalsa yine iyiydi de, lokmamı saymaklar falan tepemi attırıyordu ama neylersin ki anne işte.

Ömer’le annem bir takımdı, babamla ben bir takım. Onlar bizim tersimize Hint fukarası gibi bir deri bir kemiklerdi. Hayret ederdim. Bunların yedikleri bir taraftan girip bir taraftan çıkıyordu galiba. Hoş yedikleri de matah olsa. Bir dilim ekmeğin yanında iki de zeytin yeseler karınlarını ovuşturuyorlar. Kuş yese doymaz, ama biz öyle mi? Babam neyse de ben onların bir günde yediklerini bir öğünde yesem doymam ayol. Hayır, bir de annem yüzüme yüzüme vızırdayıp durmaz mı? Daha kaç yaşındaymışım da, götüm bir yerde göbeğim bir yerdeymiş de, bu gidişle kimse beni alıp kendine karı etmezmiş de, evde kalacakmışım da… Allah’tan babam imdadıma yetişirdi.

“Çatma benim kızıma. Ben, onu kimselere veremem ki. Tombiş yastığım o benim. O giderse ben kimin dizine yatarım.”

“Ee! Çüş artık Niyazi. Koca kız ayol. Hep senin yüzünden bu kız böyle küp gibi oldu zaten.”

Büyüyordum ama ben büyürken annemin cazgırlığı da iki kat artıyordu. Ne zaman önüme şöyle keyfimce çerezdir, pastadır, börektir bir şeyler koyup yemeye başlasam kaşlarını indirip tabağımdan birazını almaya çalışır olmuştu. Üstelik bahanesi hazırdı.

“Ömer de yesin.”

Gitsin mutfaktan alsın o zaman. Tutan mı var? Ama biliyorum, taktı kafayı. Beni başgöz edecek ya. Her ne kadar hayatım boyunca babamın yastığı olmaya karar verdiysem de, gözüm sağa sola kaymıyor değildi hani. Köşedeki çiçekçide çalışan oğlan mesela. Tığ gibi. Onu her görüşümde sanki elindeki çiçekleri bana uzatıverecekmiş gibi içimi bir titremedir alıyor, karnım bir öküzü yiyebilecekmişim gibi guruldamaya başlıyordu. Yan apartmandaki Nesrin yok mu, Nesrin? Sarı çıyan. İki sopayı çatmışlar, gelin diye satmışlar. Oğlan ona yanık. Ee! Ne demişler? Her gönülde bir aslan yatar. Aman neyse ne. Sanki ben de Nesrin gibi elimi sallasam ellisi, soyu sopu bellisi, diye saçlarımı savura savura, kıçımı kıra kıra dolaşmak istemez miyim? Sokaklarda insanların bana bakışlarından çok mu mutluyum? Bir de o çocuklar yok mu o çocuklar. Şişko şişko, diye arkamdan bağırırken yüzleri bile kızarmıyor sinir şeylerin. Hepsi ecinni mübarekler. Veletlerde insaf, acıma diye bir şey yok ki. Fıttırıyor insan. Şeytan diyor, al hepsini, tut kulaklarından, kaldırıma kaldırıma savur. Yer misin, yemez misin, bak bakalım bir daha sataşıyorlar mı?

Ha, bir de Ömer var tabii ki. Ablasıyla sokağa çıkmaya bile utanıyormuş canımın içi. Milletin bakışlarından yerin dibine giriyormuş. Hadi oradan sen de! Patavatsız. Konuştu bal kabağı. Sanki ben de çok hevesliyim sokağa çıkmaya, hele ki seninle. Tuzlayayım da kokma. Görmüyor musun ki bol giysilerin içine saklanıyorum. Millet daracık taytlarla ortalıkta fink atarken ben neredeyse çarşafın içine gireceğim. Yeme o zamanmış. Oldu canım, mersi ama ben almayayım. Hem sen nereden bileceksin yemenin keyfini. Ağzında dağılan her lokmanın nasıl bir hazza dönüştüğünü, dilindeki tadın ta içeride bir yerleri nasıl gıdıkladığını, burnuna dolan türüm türüm kokuların damarlarına kadar yürüyüp nasıl mayıştırdığını… Korkuluk işte, hatta uyuz eşek…

Bir de şu manavın oğlu yok mu? Ona yemeğe çıkalım mı, diyecek cesareti kendimde bulduğum güne lanet olsun. Hayır, kendisi sanki Kenan İmirzalıoğlu. İki karışlık boyuna bakmadan kaç lahmacunla doyarsın sen, üstüne kaç porsiyon baklava söylemeliyim, demez mi? Sanki yer yarıldı da ben içine girdim. Kılkuyruk, seni adam yerine koyanda kabahat. O gün senin o yerden bitme bacaklarını oracıkta kırmalıydım aslında. Yazıklar olsun bana. Erkekler pislik, sanki bunu bilmiyorum. O sinirle pastanede aldım soluğu. Eve varır varmaz, baklavanın üstüne boca ettiğim kaymağın tadıyla kendimden geçtim. Bir taraftan iki tabak tatlıyı mideye indirirken diğer taraftan iki musluğumu da açıp dakikalarca ağlamanın nasıl bir şey olduğunu benden başka kimse bilemez ki. Kimisi canı sıkkın olunca yemeden içmeden kesilirmiş. Nasıl bir şeyse artık. Gerçi Nesrin de öyle değil mi? Annesi en ufak bir şey söylese ağzını mühürler adeta. Ne bir lokma yer, ne bir yudum içer. Habire ağlar, mıy mıy şey. Ben, en çok ağlarken iştahlı olurum oysa… Tatlı içimi kıymıştı her zamanki gibi, tuzlu bir şeyler iyi gelirdi. Dolaptaki yaprak sarması ne güne duruyordu. Oh mis! Annem tencerenin dibini boyladığını gördüğünde, akşama babaannemlere ne ikram edeceğini düşünüp küplere binmişti ama hiç umurum olmaz. Sarmalar da çok tuzluydu, içimi yaktı. Biraz daha kaymaklı baklava yemeliydim.

O, başkaları gibi değildi. Babamın marangoz atölyesinde usta olarak çalışmaya başladığı ilk günden beri yumuşacık bakıyordu bana. Ne zaman kaynaştık, ne zaman evlendik hiç anlamadım. İkinci babam olmuştu. Tıpkı annemle kardeşim gibi yemekle hiç arası yoktu. Bazı insanlar böyle garip olabiliyorlar işte. Ne ben onun kuş midesini sorun ediyordum ne de o benim fil gibi dur durak bilmeden atıştırmama karışıyordu. Bana tıpkı babam gibi tombişim, diyordu. Babama olduğum gibi onun da yastığı olmuştum. Hiç sevmediği halde akşam eve dönerken tatlıcı Resul Usta’ya uğramayı unutmuyordu. O kadar nazik, o kadar düşünceliydi ki tabağına koyduğum iki kaşık yemeğin yağını süzerken bile, bana göstermemeye gayret ediyordu.

Evlenince annemin dırdırından da kurtulmuştum. Mutluydum. Her şey, doktorun iki dudağının arasından çıkan bir çift sözle başladı.

Bu doktorlar böyle işte. İpe sapa gelmez her şeyde kilomu sürüyorlar ortaya. Hayır, o aptal doktor ne derse desin de eşim inanmasaydı iyiydi. Çocuk sahibi olmayı ne kadar çok istediğini biliyordum ama bu isteğinin onu bu kadar değiştireceği ölsem aklıma gelmezdi. Adam evden çıkana kadar gözünü benden ayırmaz olmuştu. Eskisi gibi tombişim de demiyor, elinde tatlı yerine meyve-sebzeyle giriyordu kapıdan. Kibarcık, uzun uzun ricaların sonunda beni bir diyetisyene gitmeye razı etti. Bilmiyor ki ben ne diyetler denedim de olmadı. Su içsem yarıyor kardeş, diyenlerden olamadım bir türlü. Ben yemeyi seviyorum. O yaşa kadar kaç pazartesi sabahı diyete başlayıp aynı günün gecesinde; türlü türlü kurabiyelerin, hamur tatlılarının, bol yağlı mantıların gözümün önünde uçuşup durduğu ve soluğu mutfakta aldığım düşünülürse, zavallının çabasının boşa çıkmasını anlamak zor değildi. Tabii ki yine olmuyordu. Artık kibarlığı falan bir tarafa bırakıp gözlerini pörtleterek bana emreder olmuştu.

“Bu evde, hamur işi istemiyorum bundan sonra…”

“Akşama kadar, bu sürahideki su bitecek…”

“Yarın, şeker ölçümü var ona göre…”

Eşimi üzmemek için onun sağlıklı bulduğu, onun sevdiği yemeklerle kuruyordum akşam sofralarını. O akşam için de onun ağzına layık bir yoğurt çorbasıyla parmaklarını yiyeceği zeytinyağlı enginar yapmıştım. İşten erken çıkmış meğer. Ummadığım bir saatte eve damlaması bütün planlarımı bozdu. Bir orduya yetecek kadar makarna yapmışım. Abartıyor ayol! Olup olacağı bir paket haşlamıştım. Zaten mutsuzdum. Günlerdir ot yemekten bıkmıştım. Az daha; mee mee, diye ortalıkta dolaşacaktım. İçim dışım suya kesmişti. Kırk yılın başı, midem güzelim makarnamla azıcık bayram ediyordu ki, elimden tabağı alıp pencereden bahçeye fırlatmaz mı? İşte ne olduysa o zaman oldu. Ah ah! Keşke teyzemin düğün hediyesi olarak aldığı kristal vazo, o anda gözüme çarpmasaydı…

Vallahi de billahi de tam da anlattığım gibi oldu, neyse o. Yani, benim hiçbir kabahatim yok bu işte. Neyse, hep ben konuştum. Kafanı şişirmedim inşallah. Ee, biraz da sen anlat bakalım, sana kaç yıl verdiler kardeş?