Pijaması terden ıpıslak. Yatağı, yastığı da. Dünden beri böyle. Bir kuruyor bir ıslanıyor. Mesanesi iyice dolup sıkıştırmaya başladığında tuvalete sürüklenmenin dışında hiçbir şey yapmıyor, yapamıyor. Uyuyor, uyanıyor. Yeniden uyuyor, yeniden uyanıyor. Rüya mı görüyor yoksa yaşadıkları gerçek mi bir bilebilse ya da bu kâbus dolu döngünün kucağından ruhunu bir ayırabilse.
Toparlanmalı.
Burnunun direğini sızlatan kekremsi kokudan kurtulmalı. Kalkmalı. Yürümeli. Hiç değilse mutfağa kadar. Annem, nane limon kaynatırdı hastalandığımda. Kim bilir, belki şimdi de iyi gelir. Gelir mi? Neden olmasın? Olur mu? Gerçekten her derde deva mıdır nane limon? Her şeyi söker atar mı anne? İçimdekini de mi? Söker mi? Sökmeli. Akıp gitmeli. Ardından sadece bir sifon çekecek kadar iş kalmalı. Akmalı. Yoksa nasıl anlatır ki Suat’ına. Kaldı ki daha bir ay öncesindeki şoku atlatamamışken. Telefonda konuşurken bile durumu çakmasın, diye sesine zoraki de olsa mutluluk asmayı ihmâl etmemişken… Nasıl anlayabilir Suat’ı?
Kalkmalı. Bir yol bulmalı… Saat kaç acaba? Günlerden ne?
Toparlanmalı.
Komodine uzandı. Eli titrese de şişeyi ağzına dayayıp kurumuş hücrelerini sulamayı başardı. Boynuna akan suyu silerken tırnaklarına oklava oklava kir doldu. Elini kokladı. İğrenç. Tekrar burnuna dayadı ellerini. Midesi kalktı. Öğürmeye çalışırken avuçlarının arasında sıkıştırdığı karnı acıdı. Ne kadar iğrenç? Hangi kokudan daha iğrenç? Lağım fareleri. Allah belanızı versin! Başka ad bulamadı onlara, o günden beri. En çok korktuğu, ürktüğü hayvandı fare. Çocukluğundan beri nerede görse avaz avaz basardı yaygarayı. Ama o akşam… Kendini ikna edebilseydi. Olmadı, yaşanmadı, diyebilseydi ya da seyrettiği bir filmdeki esas kızın yaşadıklarıymış da kâbus görüp, kendisi zannetmiş olsaydı. Ne yazık ki gerçek; umutlarını, gururunu, yaşama isteğini tek tek elinden almıştı. Ölmek istedi, böyle yaşamaktansa. Yapamadı. Allah’ın verdiği cana kıyılır mı? Bütün vücudunu kanatana kadar günlerce keselendi, liflendi. İnsanoğlu her türlü kirden arınıyormuş da yüreğe sinen kirden arınamıyormuş meğer. Ya Suat? Bilmemeli. Uğruna annesini bile ezip geçtiği, Suat’ı. Daha kucağında uyumalara doyamadan, gurbetin kucağına gönderdiği Suat’ı. Mürdüm gözlerinde yok olduğu Suat’ı. Dağ gibi sevdalarını çok görmüştü kader. İngiltere denen o zalimin ellerine teslim edeli üç ay geçivermişti bile. Her mesajı ayrı bir hasret kokuyordu. Ucu yanık aşk mektupları bile Suat’ının mesajlarından daha güzel saramazdı içini. En geç baharda alacağım seni yanıma gülüm, demişti. Baharlar öldü Suat.
Toparlanmalı.
Bir an evvel toparlanmalı. İçindekinden kurtulmalı. Gripin akıtır, diye duymuştu bir yerlerden. Aspirin de. Günaha gireceğim. Girmem. Gireceğim. Girmem. Bir günahtan peydah olmadı mı zaten? Kim kader deyip boyun eğer? Allah’ım ne olur yardım et bana! Suçsuz olduğumu biliyorsun. Gün boyu kutulama yapmıştı. İşten dönüyordu. Üstüne sinen balık kokusu, imalathaneden çıktığında bile hâlâ genzindeydi. Konserve kutuları onu yolda bile yalnız bırakmıyor, gözünün önünde istiflenip istiflenip raflara taşınıyordu. Eve gidip güzel bir duş alıp mis gibi yasemin aromalı şampuan kokacak, yatağına uzanıp Suat’ıyla mesajlaşacaktı. Fazla mesaiye kalınca haşatım çıkmıştı. Yoksa geçmezdim gecenin bir yarısı o koruluktan. Kestirmeymiş. Lanet olsun. Bilseydim balık kokusuna, lağım kokusunun da ekleneceğini geçmezdim. Koruluğa, ıslak bir kedi yavrusu gibi bırakıldığımda; saçımdan parmak uçlarıma kadar, o sapıkların salyaları ve tohumlarıyla sulanmıştım. Canıma bile kıyamadım ama bu içimdeki canı, bu günah tohumunu canım sayamam. Bunu kabullenmemi bekleme benden. Ne olur yardım et Allah’ım!
Toparlanmalı.
Nihayet, canını dişine takarak duvarlara tutuna tutuna mutfağa ulaşabildi. Kaşık çekmecesinin altındaki ıvır zıvır çekmecesinde dolandı elleri. Buldu aradığını. Hem aspirin, hem gripin. Kaç tane yutmalı? Beşer, onar. Allah ne verdiyse… Taze nane kalmamış. Annesi olsaydı bir koşu gider kapı kapı bütün komşuları dolaşır, bulurdu. Cezvenin içine kuru naneden bir çorba kaşığı atıp üstüne yarım limon ekledi. Eskiden de severdi içmeyi hatta kokusu bile daha fincana konmadan içine bir ferahlık verirdi. Nane limon sıcak, kadının bedeni buz… Ruhum da buz. Lime lime doğrasalar, her parçamı ayrı ayrı sokaklara atsalar, bir damla kanım akmaz. Ateşler içinde üşümek nasıldır, diye merak eden olursa ben anlatırım. Ateş, buza değerken cazırt diye bir ses çıkar ya hani. O anda beden öyle acır, öyle sancır ki değme işkencelere taş çıkartır ve kıvrım kıvrım kıvranır insan, tabii gücü kalırsa. Yaman ki yaman… Acı geçmez ama bünye alışır. Kim bilir belki annem… Bu acılar ancak anneler öperse geçer. Öpeyim ufundan geçer, derdi. Gerçekten geçer miydi? Geçerdi. Geçiyordu. Annem… Şimdi yanımda olsaydın, göğsüne basardın. Ufumdan öperdin. Derdime de çare bulurdun. Analar her şeyi anlar. Analar her şeyi bilir. Sen de anlardın, bilirdin, bulurdun kurtuluş yolunu. Ufum iyileşmese bile karabasanımdan kurtulurdum. Biliyorum affetmezsin ki beni. Haklısın belki ama ben de haklıydım anne. Olmaz, dedim. Yusuf, benim kardeşim yerine dedim. Ama dinletemedim bir türlü ne sana, ne dayıma, ne de yengeme. Dayı oğlundan koca olur mu? Üstelik gönlüm başka biri için yanıp tutuşurken. Bir tanısaydın Suat’ımı. Bir elini öpmesine izin verseydin adım gibi eminim ki sen de sevecektin onu. Olmadı. Çok tarttı. Aza koydu dolmadı, çoğa koydu almadı. Sonunda ayakları Suat’tan yana gitti. Zamanla bizi affedersin, diye düşünüyordum. Meğer çok yanılmışım. Kaçtığımız günden beri bir kez olsun yanıt vermedin telefonlarıma. Bir kez olsun açmadın saatlerce ziline bastığım kapını. Üşüyorum anne. Benim de içimde yeşeren bir tohum var artık. Sen neler hissetmiştin, ben senin içinde boy verirken? O zamanlar yüzündeki mutluluğu görür gibiyim. Geleceğe dair umutlarını, kaşımı-gözümü merak edişini. Belki oğlan istiyordun kim bilir? Yine de sevmişsindir beni değil mi? Sevmişsindir. Seviyordun da. Benim durumum seninkiyle aynı değil ki annem! Düşünebiliyor musun; ona her bakışımda, her koklayışımda yüzlerini bile tam seçemediğim insan müsveddelerinden hangisi bu çocuğun babası acaba diye düşünmek… Nasıl dayanılır buna? Sen olsaydın ne yapardın? Yanıyorum. Yanıyor. Kan yerine harıl harıl acı akıyor sanki damarlarından. Bu sefer ufu çok derinde. Anneler derin yaralara da merhem olurlar değil mi?
Kaynattığı nane limonu ağzı yana yana içti. Her yudum içini biraz daha ısıttı gibi geldi kendine. Yoksa ateşi yine mi yükseldi, bilemedi. Tavanı bir tepe taklak, bir düz görüyor, terden oluşan bir ırmağın suyolunca sürükleniyordu. Santim santim eriyip sandalyeye yapıştığını zannettiği anda Suat düştü yine aklına. Aramıştır. Kaç saat geçti? Şimdi ne diyeceğim?
Toparlanmalı.
Toparlandı. Yine duvarlara tutunarak, yine yer çekimine direnerek yatağına ulaştı ve son bir gayretle komodinin üstünden telefonu aldı. Yazıları okumak için gözlerini uzun uzun ovaladı, kırpıştırdı, büyüttü. Zor da olsa okumaya başladığında damar damar çatlamış dudaklarını ısırdı. Ne çok aramış. Ah Suat, bir bilsen? Sağlık ocağındaki hemşirenin elime, ‘pozitif’’ yazan kâğıdı uzattığından beri ne yaptığımı biliyor muyum sanki? Belki o farelerin üzerime sinen kokusunu zaman içinde atabilirdim ama bunu nasıl atacağım söyler misin? Yok, yok. Sen söyleme. Sen bilme. Yine arıyor. Arama Suat’ım.
Sayısız mesaj. Suat’ından.
Gülüm, niye açmıyorsun telefonu?
Canım, delirtme beni. Aklıma bin bir türlü şey geliyor.
Yaz Allah aşkına. Hiç değilse birkaç kelime bir şeyler yaz.
Meraktan çatlayacağım yahu!
Etme Suat, merak etme. Gülün ölüyor, Suat. Gülün vurgun yedi. Gülün, bağıra bağıra, kanaya kanaya, sızlaya sızlaya, acıya acıya, üşüye üşüye, yana yana kuruyor. Eli başka bir numaranın tuşlarında geziniyor. Annem. Açmaz biliyor. Açmalı. Bu sefer aç, annem! Bu sefer aç ne olur! Tuşa basıyor. Uzun uzun çalıyor telefon. Sonra metalik ses doluyor kulaklarına.
Aradığınız kişi şu anda telefona cevap veremiyor. Sinyal sesinden sonra mesajınızı bırakabilirsiniz…
Yeniden basıyor annem yazılı tuşa. Nefesi sıkışıyor. Belki bu sefer… Yapma anne! Hiç mi malum olmuyor acılarım sana? Oysa nasıl da kıymetlindim. Ne ara silindim gittim gözünden gönlünden? İnsan bir kere olsun aramaz mı be kadın! Yine metalik ses kulağından bedenine akıyor.
Aradığınız kişi şu anda telefona cevap veremiyor. Sinyal sesinden sonra mesajınızı bırakabilirsiniz.
Aç anne. Duy anne. Gel anne. Ufumdan öp beni anne, yaram çok acıyor.
Toparlanmalı.
Toparlanamıyor. Üşüyor. Çenesi zangır zangır titriyor. Eli ayağı çözülüyor. Telefon avuçlarının arasından kayıp yatağın yanındaki limon küfü kilimin üstüne düşerken çalmaya başlıyor. Annem mi? O aramaz, Suat’tır. Buruk bir gülüşle belli belirsiz yana çekiliyor hissiz dudakları. Suat’tır. Arama artık ne olursun. Bitti artık anlasana! Yine yanıyor. İçinde dayanılmaz bir ağrı. Kıvrandıran bir sancı. Karnını ovalıyor. Sıcak sıcak bir akıntı başlıyor bacaklarının arasından yatağına yürüyen. Pelte pelte, kıvamlı. Bağırsakları dışarı fırlıyor belki ya da vajinası. Sancıları sesine yansıyor. Zaman duruyor ardından. İçi boşalmış sanki. Hacimsiz. Kuş gibi hafif. Üşümüyor, yanmıyor. Kulaklarının uğultusu ince bir melodi olup zamana akıyor. Gülkurusu yorganını huzuru çeker gibi çekiyor üzerine. Dizlerini karnına kilitliyor. Bedeni pestil, kirpikleri yorgun…
Hıdrellez günü. Gök Dere harıl harıl akıyor. Piknik yaptıkları ağacın altı papatya tarlası. Annesinin ördüğü tacın ucundan perçemleri dalga dalga yüzünü okşuyor. Uykusu var. Babası, küçük kızını kucaklayıp, kurduğu salıncağa yatırıyor. Çok uykusu var. Annesi alnından öpüyor. Limon kokusu. Ufacık elleri, annesinin avuçlarında. Minik kız mutlu. Minik kızın uykusu var. Annesi ninni söylüyor.
Uyumalı… Limon kolonyasının kokusu burnunda. Kirpiklerini aralarsa yakaladığı huzur kaçıp gidecek biliyor. İyice çekiyor yorganı kafasına, iyice yumuyor gözlerini. Çok uykusu var. Uyandığında başucunda annesi olacak biliyor. Kolonya kokacak oda. Anne kokusu da çocukların ufuna iyi gelir, diye duymuştu. Duymuş muydu? Duymuştur. Duymadıysa bile öyle olmalı…