Saatler/Erinç BÜYÜKAŞIK

Sokak değişti. Değişen bir nice şey gibi. İstanbul’un soğuğu kesici, kıyıcı. Ah evin gıcırdayan tahta tabanları. Ne de ölüme yakın olduğunu düşündürüyor insana. Bir tabutta yaşıyor sanki İstanbul’a döndüğünden bu yana. Yıllar önce göçüp gitmiş ana babadan kalma bir tabut. Gözleri iki kapağı da açık, gacır gucur eden ceviz oymalı aile yadigarı dolaba takıldı. Gömlekler, pantolonlar tıkış tıkış. Komodinin üstündeki kırmızı ve mavi hapları aç karna almalı. Kollarını kaldırası yok bir türlü. Yeşil kadife perdeler. Anacığı kırklı yaşlarında dikmişti onları. Anahtarları kayıp gardırop, perdeler, odadaki her şey geçmiş zaman artıkları sanki. 


Evin her yeri tadilattan geçmeli. Kayan yorganı omuzlarına örttü yeniden. Yastığını düzeltti. Çerçeveler boya istiyor, merdivenler elden geçirilmeli. Geçen kış da bir gölete dönmüştü evin girişi. Yan tarafında inşaat. Hummalı bir çalışma başladı yine. Gece gündüz uyutmuyor bu sokak. Gündüzleri mahallenin yeni yetmeleri boy gösterir, çocuklar top peşinde bitişik nizam kondular arasında. Ayaklarının buz tuttuğunu hissetti. Yorganı bir iki çekti üstüne. Bu gürültüde tembelliğin yararı yok. Kalk ayağa işte. Gece dört defa çişe çıkmıştı. Cinleri tepesinde, deccal gibi kalkmaktansa yarım kalan rüyalarından birini bitirmeyi istedi. Mahallenin veletleri bağırış çağırış içinde. Uyanası yok, yorganın içine gömülmek istedi yine. Guguklunun guguğu fırladı, bastonlu romen rakamlarının ortasında ötmeye başladı. Saat dokuz oldu demek ki. İnsan belli bir yaşa gelince içindeki kurmalı saat uyandırıverirmiş erkenden. Bu sabah o da miskinlik yaptı. Odun kömürü kullandığı salondaki büyük sobayı yakmalı. Çevresindeki muşambaları da silmeli bugün. En ufak kırıntının bile kalması huzursuz ediyor onu.

Külçeleşmiş gövdesini hareket ettirmeye çalıştı. Ah siyatik, romatizma belası. Yaş yetmişi geçince peşini bırakmaz ki hastalık illeti. Çayın suyunu koysa, biraz içi ısınsa. Evin soğuğu kırılsa bir iki talaş atıp sobaya. Hamam böcekleri bastı evi yine. İlaçlatmak da lazım. Saat altı mı hala? Kol saati yanıltıyor. Baba yadigarı durmuş. Pilini değiştireli birkaç gün olmuştu halbuki. Demek ki emekli edebiyat öğretmeni Nail Efendi evden çıkmalı bugün. Haydarpaşa’ya inip çarşıya geçmesi, kalabalığa karışması gerekecek. Kaç gündür münzevi bir hayatla kendini ödüllendirirken bu ceza da nereden çıkmıştı? Üstündeki ölü toprağını atmalı demek ki. Belki kendi gibi son yıllarını ağır ağır hesaplayan ihtiyar saatçi dostu Raif’e uğrardı bu vesileyle. Saatin aksayan mekanizmasını çözecek ender adamlardandır o.

Ah gençliğim, dedi içinden Nail Efendi. O delikanlı çağlarda kar kış dinlemez inerdi Haydarpaşa Garı’na. Geldiği yer ve gideceği rota belirsiz bir yolcu gibi hayal kura kura deniz kokan sokaklarda yürürdü. Salacak’a kadar uzandığı olurdu. Tipi, lodos, soğuk bilmeden kaçacağı ülkeleri düşlerdi.  Sonunda Anadolu’da sürgün şehirlerdeki memuriyetinde kurar olmuştu kaçış hayallerini. Emeklilik sonrası ise baba evine dönüş. 

O hülyaların bitişi. Baba evi gerçekleşmeyen hayaller demekti Nail için. Akşam saatleri babası eve geç gelmediyse yemek sonrasında anasının yaptığı dut likörünün içildiği, insanın boğazından kayan Gürcü votkalarıyla Ahmet Efendi’nin demlendiği, ajans haberlerinin ardından radyoda hafif müzik saatinin dinlendiği, üstü alacalı yaldızlarla sarılı çikolataların likörün yanında geldiği o eski saatler. Anası Zehra ölene kadar, romatizma ağrılarıyla inim inim inlemişti. Buna rağmen vazgeçemedi kocasına likör ve çikolatasını ikram etmekten yemek sonraları. Eve geç gelmediği, Beyoğlu’nda bir iki kadeh içmediği ender günlerde Zehra için kocasına kavuşmak demekti likör bardağını radyonun yanındaki sehpaya bırakması, yemek tabağını doldurup adama uzatması. Her zaman saatinde hazır edilirdi yemek sofrası halbuki. Gelmezdi kocası eve. Bankada müfettiş Ahmet Efendi şubeden arkadaşlarıyla iş çıkışı vakit geçirmeyi severdi. Zehra kocasının peşinde dört döner, bir yüzü gülse bu adamın, sevecenlikten eser yok ki babasında. 

Anası hep sus pus. Ah anacağı az mı evin kuytu köşelerinde ağlamıştı. Yeme çikolataları hanım. Kilo aldığını görmez misin? Yemeden içmeden kesilip zayıflamaya çalışmıştı kadıncağız. Adamın gördüğü yok anasının kocasına güzel görünme çabalarını. Gözü dışarıda değildir neyse ki herifin. İşleri yoğun terfiden bu yana. Geceleri horultuyla uyurken kocası yatakta yıllardır varlığının unutulduğunu düşünüyordu Zehra. Hatırlasaydı ya kocası onu.

Evin dört köşesi geçmişi, analı babalı  saatleri çağrıştırıyor. Dönüşümle sokaktaki birçok apartman dev bloklar, sitelere dikilecek demişti müteahhit. Satsaydı yedi katlı ev çıkardı bu kagir, çürümüş evden. Onarmakla da uğraşmazmış böylece. Hayırdan anlamaz bu paragöz herif. Babadan kalma inatçılıkla kaç defa ‘olmaz’ demişti adama. İnsan baba evinde ölmeliydi Nail Efendi’ye göre. İnsanın dönüp dolaşıp çürüyeceği onun hayal çöplüğü baba evi olmalıydı.

Ah anacığı, derdini içine ata ata yüreğindeki ağrıları çoğaltmıştı. Katlanılmaz sancılarla uyanır olmuştu yataktan. Böğrüm değil herif, yüreğim ağrır, der dururdu kocasına. Ahmet Efendi evdeyken külçe gibi yığıldı salona. İlk krizde, yok bir şeyim Bey, dese de ağrılar yerleşti yüreğine. Derdiyle büyüdü kocasının gece yarıları eve gelişleri ardından. Yine de sus pustu hep. Ne oğlunun ne de karısının evdeki varlığını gördü Ahmet Efendi. Salondaki tekli koltuğunda boşlukta düşüncelere dalan ıssız bir adam oldu hep. Zehra’nın ölümünden sonra da evi sessizlik kapladı gitti.

Yataktan güç bela kalktığında savruk adımlarla salona ilerledi. Ağzına kadar dolu kül tablaları, ortalığa serilmiş gazeteler kitaplar. Aile albümü koltuğun üzerinde. Ölüler geçidine seyahat gibi gelmişti bir gece önce bu fotoğrafları karıştırmak. Bir ayağı çukurda olanların ara sıra ziyareti gerek diyordu içinden ölen zat-ı şahaneleri. Kitapların arasından çıkan bir fotoğraf evlerinin kapısını haftada bir aşındıran yengesini hatırlattı. Az zampara değildi İbrahim Efendi. Derin vatkalı kıyafeti, tüylü şapkası, simsiyah saçlar, düz burun üzerine el ele vermiş kaşlar, üst dudak üzerine belli belirsiz, incecik ayva tüyleriyle alımlı, güzel bir kadın vardı karşısında. Kardeşiyle az konuşmamıştı Zehra. Meyhane zamparalıklarını bırak, bak ablalık hukukumuza dayanarak söylüyorum bunu, karının iki gözü iki çeşme buraya gelmesi içimi acıtıyor. Bir iki defa söz vermişti ablasına İbrahim Efendi. En sonunda evi terk etmiş, yengesiyle boşanmıştı. Yıllardır bu fotoğraf sessizce beklermiş tozlanmış kitaplar arasında. Fotoğrafın arkasındaki nota ilişti gözü:

“Muhterem Efendim, Seninle geçen mesut saatlerimin hatırına. Sabreden, bekleyen ben. M.”

Salonu toplamalı bugün. Önce saate baktırmalı elbette. Dışarıdaki inşaat sesiyle irkildi bir an. Sokaktaki tüm ev sahipleri seferber olmuş, evlerini koca camekanlı apartmanlara dönüştürmek inadında. Tüm bunlar zihninden geçerken eski kırık konsolun bir köşesindeki annesinin gelinlik saksonya lambasına gözü ilişti. Vitrinde yaldızlı su bardakları. Bir zamanlar yaşadım ve şu an evin tozlanmış çöpleriyim, diye bağırıyordu her biri. İç titremesi bir türlü geçmedi. Sobaya talaş ve odun atınca soğuk kırılmıştı neyse ki. Baba yadigarı sonunda bozuluverdi. Hadi sen de abbas yolcusun, diyor ona sanki. Hızlıca üstüne bir şeyler geçirip evden çıkmalı. Hareketlerinin yavaşlığına canı sıkıldı. Pantolonunu, gömleğini, kazağını giymek bu kadar uzun sürmemeliydi. Bacaklarındaki sızı, bel ağrıları da dinseydi artık.

Demir kapıyı çektiğinde gürültüden ürktü. Bu kapıyı yağlamalı. Sokağa çıkmış bulundu bir kere. Adımları yavaş, ürkekçeydi. Vapur düdükleri gençliğinden bu yana tek değişmeyen bu şehirde, martılar bir de. Raif Usta’nın dükkânı uzak sayılmaz. Bacaklarındaki ağrılar onun adımlarını tutuklaştırıyordu. Yürümeye takati yok kaç gündür. Bozuldu işte saat, ne diye inatla diriltmeye çalışıyordu ki. Tipi de bastırdı gece. Damlar bembeyaz. Bu şehirde kar tutmuyor. Akşama vıcık vıcık olur yağmur da bastırırsa. Anası geldi aklına. Kocasına kırk yaşını geçmişken güzel görünmek için yeni döpiyesler almıştı, evdeyken kadınlığını fark etsin diye. Yatak odasının solundaki aynalı bölmenin karşısına geçip etajerdeki pudraları, rujları, göz kalemlerini, rimelleri, kocaman ponponları acemice kullanmaya çalışıyordu hatta. Yaşına göre güzel kadındı aslında. Gözlerinin feri sönmemiş, kadınlığını hiç unutmamış anasını Ahmet Efendi, görmüyor, kadınla tek bir satır konuşmuyor, onu evde fark etmiyordu bile. Bir hayalete dönmüştü Zehra evin içinde. Elinde kahve fincanı, yemek tepsisi, likör bardaklarıyla dolaşan bir hayalet. Kocası kardeşi gibi çekip gitmemiş, sevgisiz, solgun yaşayıp gitmişlerdi karı koca onca yıl.

Raif, dükkana vardığında şöyle güzel iki sade kahve istedi yandaki kahveciden. Eski zaman adamları olarak başladılar yine çekiştirmeye. Anası yengesinin ağlama nöbetlerinden sonra kadını sakinleştirip az mı konu komşuyu çekiştirirdi yıllar öncesinde. Dedikodu yengesini kendisine getirir, kocasının metreslerini unuturdu çoğu kez. Bak hele yaşlanınca anasına da benzermiş oğullar. Karısını yıllar önce kaybetmişti Raif. O ise hiç evlenmemişti. Şehir şehir gezerken evlenesi, bir kadınla hayat geçiresi de olmamıştı. Başarısız bir evlilik denemesi de olmuştu. Nişanı atıp onu yüzüstü bırakan Ayşe’yi belleğinden tamamen silip atamadığını fark etti. Her başarısız erkek gibi o da kendi köşesine çekilmişti Ayşe gidince. Az kızmamıştı babası adamın onu torunsuz bırakmasına. Öfkesi için hep bir mazereti vardı zaten Ahmet Efendi’nin.

Çarşı ışıl ışıldı şehrin tüm griliğine rağmen. Vitrinler dip dibe mağazalar. Raif’in dükkânı onca büyük mağazanın arasına sıkışmış beş metrekare bir sığınak. Dükkandaki radyoda Münir Nurettin çalıyor yine.

Sevecenlikle karşıladı Raif onu. Çırağı on dakika önce göndermiş bir iş için. Akrep çarkları, yelkovan, zemberekler. Dükkan tik tak korosuyla Münir Nurettin’e eşlik ediyor sanki. Nail, bir iki öksürdü dükkandaki tabureye onu buyur ederken. Bu öksürük meretinden kurtuluş yok, dedi gülerek. Onunla yaşamayı öğrenmeli insan bu yaşa gelince. Öte tarafa götüreceklerimden olacak bu da, dedi ardından. Fosur fosur sigarasından tüttürmeye devam etti.

-Ne içersin?

Sen de otur hele, dedi Nail Saatçi dostuna cebinden kol saatini çıkarıp:

-Baba yadigarı bozuldu sabah sabah. Ben de işin ehline, saatler tabibine getireyim dedim.

Nail’in uzattığı saati alan Raif gözlüğünü takıp yokladı saatin akrep ve yelkovanını. Müstehzi bir gülümseme belirdi yüzünde. Dükkânın her yanı köstekli saatler, guguklularla doluydu. Elektronik saatlere meyletmemişti Raif ömrü boyunca. Mekanizmayı çıkarıp saatin ince işçiliğini hayranlıkla izliyordu bir yandan. Kurtarırız bu emektarı bakışıyla saatin kapağını masaya bıraktı. Raif’in gözleri duvardaki saatlerdeydi.

-Şu Jungans Osmanlı duvar saati değil mi?

-Moda’daki Martha Hanım gönderdi bakmam için. Bizim çırağı da ona gönderdim yine. Kurmalı bir iki saat daha varmış. Vadesi dolmuş bunun ama. Ne etsem düzelmez cinsten.

-Senin şu antika duvar saati ölümsüzlük iksirini bulmuş anlaşılan. Dükkanın maskotu oldu sanki.

-O benim göz nurum bilirsin. Kurmalı saat mi kaldı memlekette? Seninki de zamanında gelmiş hekiminin yanına.

Çaycı oğlan iki sade kahveyi dükkandaki masaya bıraktığında saatlerin dilini çözmüş Raif Usta zembereği inceliyordu dikkatle.  Ne Rodes, Bulgari, Guessler tamir etmişti bugüne dek. Elindeki akrep yelkovan çıkarma aletiyle mekanizmayı yerine koymaya başlamıştı şimdiden.

-Ustam Agop’tan öğrendim bu işi bilirsin. Bana ne hikayeler anlatırdı saatlere dair. Eski makbul saatlere benim gibi hayrandı o da. O Alman kurmalıların başında az ameliyat yaptırmamıştı bana.

Çelik tornavidayla saatin tüm aksamını yerine yerleştirdikten sonra kapağındaki işçiliği övmeye başladı. Raif birkaç yıldır kolunda taşıdığı saatin kapağını meraklı gözlerle inceledi. Kapağın arkasında bugüne dek hiç fark etmediği el yazısı bir cümleye ilişti gözü. Raif duvardaki takvimden bahsediyordu o sırada.

– Nice müşterim sorar seksen beş  yılına ait bir takvim ve On beş Ekim’de takılı kalmış halde duvarda niye asılı diye çoğu kez?

-Evet ben de merak ederdim hep.

-Hayatımın dönüm noktasında bıraktım o takvimin yapraklarını koparmayı. Torunumun doğduğu günde yani. Şimdi koca kız oldu.

Nail Raif’i dinlerken kapağın içindeki yazıyı okumaya çalışıyordu. Biri ne diye saatin kapağının içine yazı yazar ki diye geçirdi içinden. 

-Bu arada kalmadı bu takvimlerden. Kimse evine almaz oldu. Düşünsene her sayfasında tarihte bugün köşesi, fal yorumları, şiirler, özlü sözler. Kendince bir kütüphane sanki. Mesela On beş Ekim’de Fransa’da öğrenci eylemleri başlamış, Churchill o gün görüşmüş Stalin’le. Kapaktaki ince işçiliğe hayran kaldın sanırım Nail Efendi.

Raif’le göz göze gelmeden önce kapaktaki yazıyı okuyabilmişti.

“Ah Ahmet Efendiciğim. Kalp atışlarımı duyman dileğiyle. Senin Meliha’n”

Kapağı saatçi dostuna uzattığında aile sırrını yaşı yetmişi geçmişken öğrenmişti. Eli titremeye başladı. Kapak elinden düşüyordu neredeyse. Suratı kıpkırmızı. Delikanlı çağlarındaki gibi hiddetlendi bir an. Ah hayatta olsaydı babasına demediğini bırakmazdı. Anasının asla toz kondurmadığı Ahmet Efendi hepsini yıllarca ayakta uyutmuş desene. Bir an öfkesinin mantığı olmadığını düşündü. O ketum, huysuz adam belki de bir şekilde oğluna böyle açıklamak istemişti hayatındaki diğer kadını. Ölmeden önce Nail’e bıraktığı saatin bir gün açılacağını tahmin etmişti muhakkak.

-Tıkır tıkır çalışıyor saat, dedi Raif kulağına dayayıp. Bir kahve daha içelim mi o halde?

-Kalkayım ben. Bu havada insan dışarılarda çok dolaşmamalı. Yine uğrarım.

Tamir ücretini masaya bırakıp saati koluna taktı. Dükkandan çıkarken Raif bir yerlere gidiyormuşçasına vedalaşmak istedi dostuyla. Nail’in yüzündeki şaşkınlığı kavrayınca:

-Kim bilir belki yarın, öbür gün görüşemeyiz, deyiverdi.

Çoktan çarşının kalabalığına dalmıştı. Zampara babasının yıllarca iki kadını ustaca parmağında oynatmış olmasına mı kızmalıydı, anasının adamdan yıllar önce göçüp gitmesindeki payına mı? Kızamadı Müfettiş Ahmet Efendi’ye. Yetmişin ortalarındayken adam ona açılmıştı işte. İlk defa konuşmuştu babasıyla, dertleşmişlerdi. Oğlunun onu anlayabileceğini ummuştu besbelli. Ağrılarının azaldığını hissetti. Yıllardır babasına beslediği öfke kaybolup gitmişti sanki. Yeniden mi sevmeye başlamıştı onu. Yüzünde geniş bir gülümseme belirdi. Bir ıslık tutturdu yol boyunca ilerlerken. Tipi durmuştu sonunda.

Bu kış erken geldi şehre. Şehir akşam vakti ışıl ışıl.