Sınırlar Kapalı/Erinç Büyükaşık



Dünya vallaha da billaha da küçük. Koca bir köy misali.  Boğuntulu, kesik kesik uykulardan biri daha. Bekar odasının kesif rutubet kokusu...Onlar... Karşıdaki ranzada altlı üstlü battaniyelerine gömülmüş Faruk’la Ziya. Oldum olası öyleydi sanki. Kıyım denen gökten zembille inmemişti ya. Cep radyosundan ağır, tumturaklı bir ezgi yayıldı. Ziya, kapatmayı unutmuş radyoyu gece gece. Pilini değiştirmemiş besbelli, cızırtılı çıkıyor ses. Atletin griye döndüğünü fark etmişti vücudundan ekşi ter kokusu odaya yayıldığında. Kirlileri yıkatmalı karşı sokaktaki kuru temizlemeciye. Kirini, terini atası var bir haftadır. Buz gibi soğuk suda yıkan yıkanabilirsen.

Lulu diye seslendi

Beni yanında bırakma

 Saklanacak bir yer kalmadı, saklayacak kimse de...Bombardımanda taş taş üstüne kalmamıştı zaten. Sırt çantasına aceleyle bir iki kıyafeti sıkıştırıp günlerce yürüdü. İki şehir arası yedi yüz on iki kilometre. Yayan yetmiş iki. Ayakkabılar paramparça. Yıkıntılar arasında canlı birini aramıştı birkaç saat. Taş duvarın üstünde tüneyip mezarlığa dönen sokağı izledi. Üç yıl öncesi. Anı düşe girer, düş anıya. Yumurta mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan hesabı. Bulanık her şey. Taş taş üstüne bırakmadılar. Ziya bira şişelerini yığmış kapının eşiğine. Depozitosunu alacak aklınca. Bakkal siktiri çekmişti ama inatla vermeye çalışmış boşları herife. İçmiş işten çıkınca. Bir sokak arası bulmuştur muhakkak. Taksim'de bir bara gidip geberircesine içecek metelik ne gezer onda. Dostları var, beleşe getirmiştir. Muhammet, Berlin'de. Bir yolunu bul gel artık, dedi dün telefonda. Cızırtılıydı sesi. Artık deniz yolu mu, uçarak mı...Burada bulaşıkçılıktan üç mislini kazanırsın oğlum. Sınırlar kapalı. Kanatlarım mı var uçacak?

 Uyku uyku üstüne...Tek başına bir bok değiliz burada, diye ha- yıflandı Ziya dün. Ellerinde olsa bir kaşık suda boğacaklar hepimizi. Sonunda burada geberecekmişiz ona kalırsa. “Açılmış deliğe herkes kor oğlum.” Ağzı oldum olası bozuk Ziya'nın zaten. Gece son dalı birlikte içtiler. Bu oda küf kokuyor dedi, Faruk'a. “Dikkatli iç oğlum, dolu bu. Beleşe geldi şansımıza. Bizim garson çocuk var ya, Ali. Torbacıymış ne zamandır. Geberirsin öyle pof pof içersen art arda.” Bulanık görüntüler şimdi. Karanlığın içinde bir ışık şeridi. O koca binalar arkalarında kalmış. Kunduranın tabanı çıktı çıkacak. Mavi çizgili bir bayrak ötede...

Çalılıklar, tarlalar yol boyunca... Necmi Usta höykürmüyor mutfakta, pısmış bekliyor kasada. Tebelleş olur birazdan. “Böyle mi yıkanır tabaklar ulan, acıdık çalıştırıyoruz. Ruhunuz tembel sizin. Pusatlanın, dövüşün memleketinizde. Kaçmasını biliyorsunuz.“ Tepesinde boza pişirmeye niyetli herif. Bahtsız bedeviyi çölde... Tövbe tövbe, iyice Ziya'ya benzedi besbelli. Pencereden acı bir soğuk giriyor kaç gündür. Balkanlar'dan gelen soğuk hava dalgası...Hafifçe açtı gözlerini, kapattı yeniden.

Kafasının buğulandığı anlardan biri daha. İniltili, öfkeli sesler...Yalpalayarak yürüyor birçoğu. Polis copu sırtlarına indikçe acı büyüyor. Kıpkırmızı gözlerde gevşeme, dinginleşme isteği. Soluğu sıklaşmaya başladı gittikçe. Nefes alamadığını hissetti o an. Rayların kıvrıldığı yerden sapıp nehrin kıyıcığına ulaşmışlardı çoktan. Ayaz. Cigaradan nefeslendi o sırada. Homurtular arasında yalazın sıcaklığı içini ısıttı ilkin. Devleşen, göğe yükselircesine büyüyen ateş. Hepsi birer gölge çevresinde. Bir an yığılır gibi oldu toprağa. Ekşi kokular yayıldı sıcakla.

Yanık, dokunaklı bir ses. Bir ağıt yaktı belli ki birileri. Faruk da Ziya da yok ortalarda. Bağıranlar, sövenler, bir iki kameramana dert anlatanlar. Boncuk boncuk ter döküyor kalabalığın ortasında. Ateş söner bir iki saate. Balkanlardan gelen soğuk hava dalgası...

Uzaklara, yıldızlı göğe baktı. Rahmetli babası yıldızlara bakarak eve nasıl dönüleceğini beş yaşındayken öğretmişti ona. Köpekler gibi...Ev diye bir şey yok. Gölgeler yol boyu ilerliyor. Pazarkule sınırında yollar kesilmiş. Gaz bulutu, keskin, öldüresi bir koku.

 Ayaz, it gibi titreyor insanı. Minibüs çok uzakta kaldı. Dönse...Dönemez. Hiç kimse... Mıhlanıp kaldık, burada gebereceğiz. Faruk mu demişti ne?  Tel örgüleri kesen birkaçı sürüklenene sürüklene sınırın bu tarafına atılmış. Sokmayacaklar içeri. Gerekirse öldürün demiş tepedekiler. Çantasından çıkardığı somun ekmekle açlığını dindir- meye çalışıyor bir an. Mat, tulum, yağmurluk gece inen yağmurla perişan oldu zaten. Bir halta ya- ramaz tulumun içine girmek. Ateş sönmek üzere. “Berlin'e at kapağı, buluruz bir yolunu.“ Muham- met bekliyor. 

Berlin iki bin yedi yüz kilometre. Yirmi beş kilometre, iki sınır arası. Yayan o da. Tabela yalan söylemez.

“Nereden geliyorsun, dedim. Komşunun evinden, dedi. Kimden korkuyorsun, dedim. Karga kafesinden, dedi.”

 Bacaklarımı hissetmiyorum diye derin bir iç çekti yanındaki İdlipli oğlan. Yürümekten mecal kalmadı sahiden. Artık bir köşeye kıvrılıp uyumalı. Karanlık çöktü iyiden iyiye. ”Arabalara doldurup gönderdiler, arafta geberin dediler anlaşılan.” Öfkesini okuyor sözlerinden. Oğlanın sarma tütününden bir iki nefes çekiyor o sırada. Öksürük tuttu yine. Hafifçe açtı gözlerini. Faruk’un sesiyle irkildi.

 “Ulan uyansana. Konuşuyordun tüm gece düşünde. Sayıklayıp durdun sınırlar kapalı diye. Demedim mi sana şunu pof pof içme diye. Kalk yüzünü yıka hadi. İp gibi akıyor yine ama olsun.” Bulanık görüntüsü. Yüreği buz kesilmişti soğuktan. Faruk, battaniyeyi örttü üstüne aceleyle. Sever, kollar onu oldum olası. Ziya sırıtık sırıtık bakı- yor odanın diğer köşesinde. Hamamlık olduk iyice diye takılıyor Faruk’a. 

Radyoda geceki cızırtılı nağmeler. Aynı ses çınlıyor kulağında o sırada.

"Sınırlar kapalı."