Oyunbozan/Münire ÖZGENCAN

Şimdi tam olarak hatırlamıyorum, çay kokulu bir sabah mı bulmuştuk cansız bedenini yoksa bir ikindi yağmuru sonrası mıydı? Şakağındaki kan lekesi olmasa öldüğüne inanmazdım. Sakin, huzurlu bir uykudaydı sanki. Ve birazdan uyanıp “ Neden herkes burada? Neyi kutluyoruz?” diyecekti.

Sandaldayız. Ediz, Ben, Nevra. Ediz’in o günlerde babasıyla arası iyi değil. Hırlaşıyorlar devamlı. Sahildeki balık lokantalarından neşeli şarkılar yükseliyor. Konuşmuyoruz hiç. Uzakları, çok uzakları düşlüyoruz. Beyaz evler, evlerin pencerelerinde rengârenk çiçekler, bisikletli insanlar, parke taşlı dar sokaklar, sokaklara yayılan şarkıların ezgileri, şık mağazaların sıralandığı ışıklı caddeler. Özgürlük. Sular ülkesi. Ediz’in düşleri… Düşlerimiz.

Sonra Nevra birden “ Haydi! Tepedeki eski değirmene gidelim” diyerek yerinden fırlıyor. Bazen içine haylaz bir çocuğun kaçtığını düşünüyorum.

Cavit’in lokantası kalabalık bu akşam. Yaz bitti bitiyor. Yakında yazlıkçılar gider. Tek tük emekliler, işsiz güçsüz takımı kalır. O zaman yine küçülür bu lokantalar, yollar, evler, bu kasaba. Küçülür, küçücük kalır. Nevra yok bu akşam. Oysa hiç ayrılmayız, hep yanı başımızdadır. Her zamanki yerimiz dolu. Başka bir masaya geçip, bir büyük söylüyoruz. Balıklar gelene kadar masadaki leblebilerden atıştırıyoruz. Ediz bozuk. Babası yine sövmüş lanetli güne, onun gibi evlada. Doğum günü. Lanetli gün. Cüzdanından ikiye katlanmış bir fotoğraf çıkartıp bana uzatıyor. Yine üçümüz beraberiz. Birbirimize sarılmışız. Mutluyuz. O günü hatırlıyorum. Lisenin birinci sınıfıydı. Okulların kapanmasına yirmi gün var yok. Okulu kırmışız. Ne eğlenmiştik ama. Yaşam neşeli bir şarkının nakaratı gibi coşkulu akıyordu o yıllarda.

Almanyalılar müteahhit Dündar Bey’in misafiri bu akşam. Masa donatılmış, muhabbet kahkaha gırla gidiyor. Meltem esintisi yakıyor kavruk tenlerimizi. Meltem mutlu eder insanı. Kadehimi Ediz’in kadehine vurup bir türkü tutturuyorum. “Sevda olmasaydı da, gönüle dolmasaydı”. Gülümsüyor. Mutlu muyum, mutsuz muyum? bilmiyorum.

Kalkıyoruz. Leylayız bu gece yine. Fenerin ışığı asfalta düşüyor. Motor yanaşıyor iskeleye. Ömer kaptanın elinde balıklar. Birer balık tutuşturuyor elimize. Ölgün bakışlı balıklar elimizde iskelenin ortasındayız öylece.

Asfalt fenerin ışığıyla tekrar aydınlanıyor. Ediz elinde ölgün bakışlı balık evin yolunu tutmuştu bile. Fener bu kez denizi aydınlatıyor. Eve gitmek uzun sürer, üşeniyorum. Sandala atlıyorum. Balığı sandalın bir köşesine fırlatıyorum. Ölgün bakışlarını gözümden ayırmıyor. Keşke Nevra olsaydı şimdi yanımda. Sahi neden yok?

Sahile göre çok daha sessiz ara sokaklar. Tek tük evlerin ışıkları yanıyor. Ediz, sokak lambasının soluk sarı ışığı altında sigarasından son bir nefes çekip izmariti fırlatıyor. İzmarit biraz ileride duran yosun tutmuş bir taşın yanına düşüyor.  Evin ışıkları sönmüş. Kapıyı yokluyor. Babası sayıp sövüp kilitlemiş besbelli kapıyı. Bereket annesi yatmaz onun gelişini bekler. Odasına girip kapıyı kilitliyor. Hava çok sıcak. Pencereyi açıyor. Kayısı ağacı kıpırtısız beklemede. Ediz misali. Eli kolu bağlı.  Ne vakittir meyve vermiyor gariban. Lanetlisiniz diyor babası. Sen de, o ağaç da! Boy aynasında kendine bakıyor. Dolaptaki sarı kadın peruğunu takıp, pembe payetli, tüylü etolü boynuna doluyor. Alaycı çakır gözlerinden tiksiniyor. Midesi bulanıyor.

Sandaldan kıyıdaki ışıklı lokantaları seyrediyorum, kendi hüzünlü yalnızlığımı unutarak. Sanki bir buhurdanlıktan çıkan buhar misali kahkahalar sarıyor etrafı. En çok bu kahkahalara hayranım. Nevra hep güler. Bir tek o güler. Sonra Ediz’i düşünüyorum. Eve varmıştır çoktan. Keşke gitmesine izin vermeseydim, huzursuzlaşıyorum. Gidip geri getirmeyi düşünüyorum, vazgeçiyorum sonra. Babasının bilmem kaçıncı uykusunda olduğunu düşününce biraz olsun ferahlıyorum. Işıklar bir yaklaşıp bir uzaklaşıyor. Fenerin ışığı kayalıkları aydınlatıyor bu kez. Seviyorum sandalda uyumayı.

Nevra’nın bitkin gölgesini seyrediyorum. Ağlıyor. İlk kez ağlarken görüyorum onu. Taze toprakla kabartılmış mezarın başına çöküyor. Avucundaki topraklar parmaklarının arasından akıyor. “Neden?” diyor. Başını kaldırıp gözlerime bakıyor. “Keşke son kez görebilseydim onu, son kez.” Soğuk soğuk terliyorum. Yutkunuyorum, cevap veremiyorum. Kalabalık dağılıyor. Herkes bir bir gidiyor. Yalnızlığımızla baş başayız yine.

Yaz güçlü bir yağmurla terk ediyor bizi. Hazan kapıları zorluyor usul usul. Her gece Ediz’i görüyorum rüyamda. Öfkeliyim, bağırıp çağırıyorum çekip gittiği için. Küfrediyorum. Uyanınca acım hafiflemiyor. Özlüyorum.

Sandaldayız. Gece sakin. Gökyüzünde tek tük yıldızlar. İçmeliyim. İçip, zilzurna sarhoş olmalıyım. Zulada sakladığım şarabı dikiyorum kafama. Sonra Nevra’ya uzatıyorum şişeyi. Nevra montunun cebinden kıvrılmış bir kitap çıkartıp bana uzatıyor. “Dün Edizlere gittim. Odasına girdim. Hatıra bir iki şey aldım. Bu da senin payına düşen.” Başucu kitabı. En sevdiği roman kahramanı. Nevra’yı kolundan kavrayıp “Acele edersek son otobüse yetişiriz.” diyorum. Gözleri ışıldıyor. 

Son otobüse bilet alıyorum. Üç kişilik.

Koltuğa sırtımı dayayıp kitabı okumaya başlıyorum. “ İntihar etmeyeceksek, içelim bari!” *

*Adalet Ağaoğlu (Bir Düğün Gecesi, s.1)