Montaigne ve Mutluluk Üstüne/Fatma ALTUN (Alzheimer Günlükleri)

Sorulduğunda hiçbirimiz mutlu değiliz. Ama görülüyor ki tümüyle mutsuz da değiliz. Hayatından memnun olanlar var, olmayanlar da var. Durumunu değiştirmek isteyenler var, kılını dahi kıpırdatmayanlar var. Bir de annem gibiler var. Mutsuz olduklarını bilen ama başka da bir şey bilmeyen… Neden mutsuz mesela ya da ne yapmak lazım gelir, bilmeyenler… Bilenler ama unutanlar var, hatırlamayanlar… Bir çeşit yok oluş ya da kayboluş gibi… Bir teşhis konulmuş ancak tek bir nedene bağlanmamış veya bir sürü sebeple birlikte anılan bir durum. Gel gitleri olan, gelip de gidilemeyen yahut tam tersi bir durum. Yani tam bir belirsizlik hali. Demans benzeri.

Demans… Tıp literatüründe “Bellek, öğrenme, oryantasyon, dil fonksiyonları ve kişilik gibi mental işleyişin bozulması ile karakterize; sosyal ve iş hayatını etkileyen, santral sinir sisteminin progresif nörodejeneratif bir hastalığıdır.” şeklinde tarif edilen ve halk arasında bunama olarak da adlandırılan bir durum. “Hastalık sinsi başlar ve ilerleyici özellik gösterir.” diye açıklanıyor. Yani çoğumuz, benzer bir sorun yaşıyorsak eğer bilemiyor olabiliriz… Neyse, benim asıl konum bu değil. Ben, mutluluk üstüne konuşmak istiyorum. Bu isteğimin de hiçbir sebebi yok aslında. Ne mutlu olmamı gerektirecek farklı bir durum yaşandı son zamanlarda, ne de mutsuzluk sebeplerim değişti. Her şey kendi rutininde devam ediyor, su götürmez bir şekilde.

Akşamüstü annemi balkona çıkarttım. Gün batımında kitap okumak, belki biraz sohbet etmekti maksadım. Boş boş da oturabilirdik öylece, hiçbir şey yapmadan. Güneşlenmek, iyi hissettiriyor sonuçta insanı. Bir dizi kitap içinden, anneme seçtirdim okuyacağım kitabı. Bu da mühim bir sebepten değil, onun da sürece dahil olduğunu hissetmesi kadar basit bir sebeple, rast gele, herhangi birini seçmesini istedim. “Montaigne” seçti annem. Sahaftan ikinci el almıştım, Cem Yayınevinin, Sabahattin Eyüboğlu çevirisi var elimde. Severim okunmuş kitapların ucu kıvrılmış yapraklarını, kenarına not düşülmüş sayfalarını… Ayrıca Montaigne’i de çok severim. Meraklarını, keşiflerini, seçimlerini ve daha bir sürü şeyini. Anlattıklarını… Kendini yazan, kendiyle uğraşan bir adam Montaigne. Ben ise tam tersi. Yazmak için ne zaman otursam klavyenin başına, kendimi yazmaktan hep kaçınırım. Bilmiyorum ki neden? Belki bildiklerimle yüzleşmekten çekinirim, belki de bildiğimin dışına çıkmak isterim… Ya da çok daha farklı bir sebepten başka hayatları, bambaşka hayalleri olan insanları yazmaya uğraşırım. Yine de yakalandığım olmuyor mu, oluyor. Oldu da... Yaşadıklarımla ilgili hikayeler anlatmam gerektiğinde, çekinmeden yazdım. Her şeyi anlattım…

Ne diyordum? Hah, Montaigne okuyacaktım. Annemle bir yandan balkon sefası yapacaktık diğer yandan biraz kitap okuyacaktık. Daha doğrusu ben okuyacaktım, o dinleyecekti. Sonra ben bir şeyler soracaktım, o zoraki cevaplar verecekti. En çok da susacaktık. Ama birlikte susacaktık. Kitap elimde oturdum öylece, onu izledim bir süre. Etrafı göz ucuyla kolaçan edişini; kuşlara, çiçeklere bakışını izledim. Sonra bana çevirdi gözlerini ve sabitledi bakışlarını. Anladım, “okuyacaksan oku” d emekti bu. Okumaya başlamadan önce tepkilerini merak ettiğimden, telefonumdan görüntü kaydı almaya karar verdim. Okurken onu izleyemeyecektim sonuçta ve yapacaklarını merak ediyordum. Keyif alacak mıydı, ilgisi var mıydı, mutlu muydu bilmek istiyordum. Kaşını gözünü oynatışından, etrafı süzüşünden anlardım hissiyatını. Ve kaydetmeye başladım. Hemen rast gele bir sayfa açtım, okumaya başladım. Enteresan bir şekilde konumuz mutluluktu. Bir paragraf okudum kitaptan ve duraksadım. Anneme dönüp “Mutlu musun? diye sordum. “Değilim” dedi. Şaşırdım… Şaşırdım çünkü annem hiçbir sorumu bu denli hızla yanıtlamazdı ve de net bir şekilde... Ya soruma soruyla cevap verir ve lafı uzatırdı ya da anlamamış gibi yapar, sorduğumu unutturana kadar susardı. Her iki durumda da amacının beni yoklamak olduğunu hissettirirdi hep bana. Nabzıma göre şerbet vermek için… Beni mutlu etmek için yapardı sanki bunu. Veya tam tersi bir durum için. Yani beni cezalandırmak için… Bu sefer hiç beklemediğim hızda yanıtladı beni. Bu yüzden şaşırdım biraz, evet. Direk “değilim” deyiverdi, öylece. Neden? diye sordum, cevap yok. Başka türlü sordum yine cevap yok. Çünkü cevabını gerçekten bilmiyordu. Annem, mutsuz olduğunu biliyordu ancak neden mutsuz olduğunu bilmiyordu. Aslında bu durum, hiç de anneme göre bir durum değildi. O her şeyi bilirdi, bilmediklerini de bilmek isterdi… Şimdi ise istemiyor. Ve kaybolmuş hissediyor. Her şey ona anlamsız geliyor, öyle olduğunu söylüyor. Sanki bir puzzle’ın başında oturuyor da önündeki karışıklığa bakıyor gibi endişeyle bakıyor. Bütün bunları nasıl toplayacağım der gibi. Bir başlasa, devamı gelecek aslında ama nereden başlanacağını bilemiyor. Hayır, hayır… Aslında biliyor ama hatırlayamıyor... Bir gün hepsini hatırlayacak, inanıyorum. Ya da küçücük bir an olacak hatırlayacağı… İşte o zaman bütün parçaları yerli yerine oturtacak benim annem. Ama o gün, sanırım bugün değil. Bu hastalık böyle bir hastalık işte. Günü gününe uymuyor insanın. Her an, her şey değişebiliyor. Biz de sürekli değişmiyor muyuz?

Montaigne’e gelecek olursak; o da hep bunu söylemiyor mu anlattıklarında. “Şunu söyleyeyim ki kendimi anlatırken söylediklerim değişik ve değişken olmakla beraber hiç gerçeğe aykırı değildir. Kitabımda sade, tabii ve her günkü halimle özentisiz görünmek isterim. Çünkü ben kendimi olduğum gibi anlatıyorum. Onu belli bir noktada, canımın istediği bir andaki haliyle alıyorum. Duruşu değil, geçişi anlatıyorum fakat yaştan yaşa, halkın dediği gibi “yedi yıldan yedi yıla” geçişi değil, günden güne, dakikadan dakikaya geçişi. Hikayemi saati saatine yazmam gerekiyor. Az sonra değişebilirim. Yalnız halim değil, amacım da değişebilir. Benim yaptığım, değişen ve birbirine benzemeyen olayları, kararsız ve bazen çelişmeli fikirleri yazıya dökmektir. Acaba benliğim mi değişiyor, yoksa aynı konuları ayrı şartlara ve ayrı bakımlara göre mi ele alıyorum? Her ne hal ise, kendi kendimden ayrıldığım oluyor. Fakat, Demades’in dediği gibi, doğrudan hiç ayrılmıyorum. Ruhum bir yerde durabilseydi, kendimi denemekle kalmaz, bir karara varırdım: Ruhum sürekli bir arayış ve oluş içinde. Anlattığım hayat basit ve gösterişsiz; zararı yok. Bütün ahlak felsefesi alelade ve kendi halinde bir hayata da girebilir, daha zengin, gösterişli bir hayata da: Her insanda, insanlığın bütün halleri vardır.” diye yazmış kitabının bir bölümünde. Gerçekten de onu okurken, çoğu zaman kendimi okuyorum sanıyorum. Yüzyıllar önce kaleme alınmış bu satırlarda, nasıl oluyor da kendimi bulabiliyorum? Ve kendimle ilgili unuttuğum ne çok şeyi hatırlıyorum bilseniz bu satırları her okuduğumda... İşte bu yüzden umutlanıyorum. Annemin de bir gün her şeyi aynı anda hatırlayacağını, sadece sorularla değil de hayatının geri kalanındaki cevaplarına da kavuşacağını ve daha mutlu anları olacağına inanıyorum.

Mutlu olmak çok değerli bir şey. İnsanın hareket etmesini sağlayan önemli bir motivasyon bence. Mutluluk üstüne çok şey konuşulabilir ancak benim paylaşmak istediğim, bugün yaşadığım o küçücük an… Olumsuz dahi olsa annemden aldığım o çok sade ve net, tek kelimelik cevapla ilgili kısacık bir anıyı, bin kelimelik bu yazıya dönüştürme mutluluğuydu benimkisi. Montaigne’den esinlenip, kendimle ilgili yazma kararı alınca bunu gerçekleştirmek beni gerçekten mutlu edecekti. Etti de…

Montaigne’in bir sözüyle, “Benim mesleğim, sanatım yaşamaktır.” deyişiyle sonlandırmak istiyorum yazımı ama bir başka deyişiyle de taçlandırmak istiyorum niyetimi. “Bizi mutlu eden, bir şeyin sahibi olmak değil, tadına varmaktır.” diyor ya hani Montaigne, işte ben de, hepimiz için tadını çıkaracağımız mutluluklar diliyorum. En çok da Annem’e…