KOMŞUDAKİ SİHİRLİ AĞAÇ/Gülnar KANDEYER

Bir kardeşim olması için yanıp tutuşuyorum o zamanlar. Daha aklım yeni ermeye başlamış. Belki dört beş yaşlarındayım. Bebeklikle çocukluk arasında bir mevsimdeyim. Annem, bir kardeşim olması için daha vaktin erken olduğunu söylüyor. Vakit sabahken soruyorum, öğlen olduğunda, akşam olduğunda hatta gece yatarken. Hep aynı cevap:

“Daha erken, hazır değiliz bir kardeşin olmasına.”

Of ya. Şöyle beraber oynayacağım bir kardeşim olsa. Hep başkalarıyla oynamam gerekiyor. Hepsinin de kardeşi var. Aramızda bir anlaşmazlık çıktığında basıp gidiyorlar. Oyunumuz yarım kalıyor. Bunun yaşanmaması için harcadığım gayretin, yaptığım fedakarlığın kimse farkında değil. Hep taviz veriyorum. Sonunda şunda karar kılıyorum. Benim annem babam, küçücük bir kardeşten korkuyorlar. Acaba bunun sebebi ben miyim? Onları çok mu zorladım büyürken? Olabilir. Kendimce yöntemler deniyorum. Kimse benimle oynamak istemediğinde ya da arkadaşlarım ‘hadi bizim evde oynayalım’ dediğinde – ki bu imkânsız, çünkü annem kimsenin evine gitmeme izin vermez asla. Kendince nedenleri varmış. Bunu açıklaması için ve benim anlamam için yaşım çok küçükmüş. Büyüyünce anlayacakmışım, vıdı vıdı…- kendimce çözümler üretiyorum. Fakat bu çözümler de sorun yaratıyor.

Daha iyi anlamanız için bir olay anlatayım; babam işten geldiğinde her zaman yaptığı gibi anneme gün içinde neler yaptığımızı soruyor. Annem de evde olduğumuzu, günlük işlerle uğraştığını, çamaşır, bulaşık, yemekle akşamı ettiğini söylüyor. Ben ise evimize misafir geldiğinden bahsediyorum. Babam şaşkın. Hangimize inansın? Ufak çaplı bir kriz yaşanıyor evimizde. Annem ne diyeceğini bilemiyor, bana dönüyor:

“Kim geldi kızım evimize? Neden böyle bir şey uydurma gereği duydun şimdi?” diye bir kitapçığı dolduracak kadar bir dizi soru soruyor haklı olarak.

“Dört kişilerdi anne.”

“Sen bütün gün yemek masasının altında evcilik oynadın. Gelen olsa bile görecek halde değildin.”

Bu anlaşmazlığı çözecek kilit cevaplar ise bendeydi. Böylece bir taşla iki kuş vuracağımı bilseydim bu yöntemi daha önce denemez miydim? Masanın neredeyse yere kadar uzanan örtüsünü kaldırıyorum.

“Evet, işte buradaydım. Bunlar da misafirlerimdi.”

Bizimkiler, gerçekten masanın altında misafir arar gibi eğilip bakıyorlar. Göremeyince de hayal kırıklığı yaşamış olacaklar ki gözlerine bir umutsuzluk yerleşiyor. Sanırım benim aklımdan şüphe etmeye başlıyorlar. Onlara öylesine acıyorum ki sormayın.

“Babacığım, bak tanıştırayım. Bu Fatma Hanım, bu Berra, bu Sedef ve bu da Aygen.”

Masanın her bir bacağına isim takıp onlarla komşuculuk oynamamdan, oyuncak çay servisimle onları ağırlamamdan bahsettikçe şefkatle bana bakıyorlar. Hayalî arkadaşlarım olduğunu anlıyorlar ancak hayalî komşular ıııh! Bu hayra alamet değil işte. Anlaşılan o ki bu konu hakkında epey kafa yorulup psikolojime en uygun şekilde davranma kararı alınacak.

Nihayet kısıtlı da olsa, yalnızca gündüzleri birkaç saat arkadaşlarımın evlerine gitme vizem çıkıyor. Bu sefer de kimlerin evine gidebilirim tartışması geliyor gündeme. Benim tercihim tam karşımızda oturan, mahalle sakinlerinin “Midyeciler” lakabını taktığı sayamadığım kadar çok kardeşi olan Sibel’in evi. Annem kıyameti koparıyor. Kimse o aileyle görüşmüyormuş. Çok pislermiş. Bir tarafta midye kazanı bir tarafta çamaşır kazanı varmış. Karar: Gitsem bile tek lokma yemek yememeliymişim. Su dâhi içmek yokmuş. Kabul yahu, kabul.

O güne dek Sibel’le hep mahallede oynadığımdan, içim içime sığmıyor evlerine gideceğim fikrinden. Evlerinin arka pencereleri bizimkinin bahçe kapısına bakıyor. Sokağa çıktığımda bana gizemli gelen bir görüntüsü var bu evin. Alçak çatısında görünen kırmızı kiremitleri yer yer kırık. İki küçük pencere, akşamları göz kırpar gibi yanan gaz lambalarıyla aydınlık. Beyaz badanalı duvarlar, yarıya kadar araçların sıçrattığı çamurla sıvalı. Duvarın içinden çıkıp çatının iki yanından yükselen teneke soba boruları ve rüzgâr şapkasıyla insan kollarına benziyor. Bu görünüşüyle bana, yoldan geçen arabanın sıçrattığı çamura kızan ve bağıran kızıl saçlı bir kadını çağrıştırıyor. Öyle şirin buluyorum ki sormayın gitsin. Şimdi bu ilginç evin içini göreceğime neden heyecanlandığımı anlıyor musunuz?

Evin içi, dışından daha ilgi çekici. Hayatımda adeta yeni bir kapı açılıyor. Bir saate yakın kalmışım, zaman öyle çabuk geçti ki anlayamadım bile. Bu ailenin neden çok çocukları olduğunun sırrını çözüyorum. Heyecanla anneme anlatmaya duruyorum.

“Anne Sibeller kardeşlerini nereden alıyorlar biliyorum artık.”

“Nereden?”

“Onların evinde sihirli bir ağaç var. Hani senin bana okuduğun masaldaki sihirli fasulye gibi. Uzamış tavana kadar. Ancak biraz cılızca. Tırmanmak isterdim doğrusu. Fakat düşerim felan diye vazgeçtim.”

“Ağaç mı? Emin misin? Çiçek olmasın.”

“Hayır, basbayağı ağaç anneciğim. Evlerinde ağaç var.”

“Saksı çiçeğidir bence.”

“Hayır, altında saksı yok. Kilimin kenarından yerden çıkmış.”

Annem, olayın üzerinde fazla durmuyor. Her şeyi benim hayal gücüme bağlıyor sanırım. Remziye Hanımteyzeyle konuşurken duyuyorum. Daha küçükken brokoliye ağaç diyormuşum, masalları günlük hayatıma aktarıyormuşum. Vesaire vesaire.

Haftanın birkaç günü Sibellere gidiyorum, her gelişimde de yeni bir cevahir yumurtluyorum anneme. Önceleri gülüyor, komşuyla paylaşıyor fakat sonraları bana yine endişe yüklü bakışlarını dikiyor. Daha ben söylemeden sormaya başlıyor.

“Plastik bir ağaç mı?”

“Hayır anneciğim, çiçekler açtı üzerinde.”

“Tavandan çıkmış mı?”

“Az kaldı tavana ulaşmaya.”

“Sihirli olduğunu nereden biliyorsun peki.”

“Bir sürü kardeşi var. Nereden geldikleri belli değil mi? Tabi ki sihirli ağaçtan iniyorlar evlerine.”

Adeta benden rapor alıyor Sibeller hakkında. Birkaç kez, annemin pencere camından içeri bakarken görüyorum, beni çağırma bahanesiyle. Halbuki Sibel’in annesi çok iyi yüreklidir. Komşuları evine gelsin ister eminim. Niye onu sevmediklerine aklım ermiyor.

Yeni yıl arifesi, evimizde plastik bir ağacı süslüyoruz annemle. Şunu şuraya; bunu buraya asalım derdindeyiz. Elimizde epeyce süs kalıyor. Ben fırsatçı bir çocuk olarak anneme bir öneride bulunuyorum.

“Bu artan süsleri Sibellere verebilir miyim anneciğim? Onların ağacını da süslemeye yeter bence.”

Onay alır almaz uçuyorum adeta. Süsleme işi biraz uzun sürüyor, annem kapıda bitiveriyor. Sibel’in annesi onu içeriye davet ediyor. İstediğinden değil ama merakından salona giriyor annem. Ayaklarının ucuna basa basa, tiksinerek yürüyor. Sihirli ağacın süslerini gösteriyorum. Gözleri düğme gibi açılmış bir halde bakıyor. Çok şaşırdığı apaçık ortada. Süsleyişimizin güzelliğine mi ağacın muhteşemliğine mi bu tepkisi anlayamıyorum ta ki komşumuz Remziye Hanım teyzeyle konuşmalarına şahit olana kadar. 

Ertesi sabah, açık pencereden gelen sesler, ışıktan da rahatsız ediyor beni. Önce rüya görüyorum sanıyorum. Rüya olmadığını başımı karyolanın demirine vurunca anlıyorum. Sersemlemiş bir halde duyuyorum konuşmayı.

“Remziye Hanımcığım, aklım durdu. Gözlerime inanamadım. Düşün ki ne zamandır temizlenmiyor bu ev. Köşeye süpürülen ev çöpü  bir yığın oluşturmuş ve içine karışan bir çekirdek çimlenip filizlenmiş. Çöpler gübre görevi yapmış olacak ki filizlenen tohum kök salmış evin köşesine, ağaca dönüşmüş. Aklın alıyor mu senin?”

Remziye Hanımteyzenin tiz çığlığıyla yataktan sıçrıyorum.

“Pasaklılarrrr!”