İnsanın bir sevdiği öldüğünde gönlünde kırk mum yanar, bu mumlar gün geçtikçe birer birer sönermiş. Ama kırkıncı günün mumu öyle bir yanarmış ki asla sönmezmiş.
Kırk gün önce sabaha karşı binlerce insanın aynı anda gidişinin ağırlığı çöktü yüreğine. Ölüm fena, binlerin ölümü daha fena, on binlerin aynı anda ölümü çok fena. Hem gidenlerin hem de kalanların acısı sinsi bir yılan gibi göğsüne çöreklenip kaldı. İlk o acıdan kaçmak istedin ama öyle bir dondun ki yerinden milim kıpırdayamadın.
Olup bitmeyenlerin o gece gördüğün ve sabaha karşı sona eren berbat bir kâbus olmasını diledin. ‘Kâbusun berbat olmayanı zaten yoktur’ deme, meğer varmış ve pazarı pazartesiye bağlayan gecenin sonundaki bir dakika öyle bir gerçeğin başlangıcıymış ki yılanlarla boğuştuğun, karanlık sularda boğulduğun ve sabah uyandığında rüya olduğunu anlayıp derin nefesler aldığın kronik kâbuslarını külliyen ezip geçecekmiş.
On binleri öldüren bir dakikanın sona ermeyip günler geceler boyu devam etmiş ve öyle görünüyor ki edecek olduğunun farkındasın. Hayatın üzerine kurulduğu zaman düzenli akmıyor artık. Bir dakika öyle bir genişleyip öyle çok şeyi yuttu ki saat, gün, hafta, ay, yıl hatta mevsimler bile tepetaklak oldu, zaman kendini şaşırdı.
Evlatlarını kaybeden anne babaların, anne babalarını kaybeden evlatların, sevdiklerini kaybeden herkesin acısını, kalanların eksilmişliğini, yalnızlığını, nefessizliğini ne kadar uğraşırsan uğraş yüreğinde hissedemeyeceğin gerçeğinden, hissedebileceğini sanma yanılgısında kaçmak istiyorsun. Aslında hiçbir yere gitmeyip anlamak, kalıp paylaşmak istiyorsun ama ne kadar uğraşırsan uğraş bazı acıların paylaşılamayacağının, bazı ateşlerin düştüğü yeri cayır cayır yaktığının ve o ateşlerin hiç sönmeyeceğinin farkındasın.
O bir dakikanın sonrasında olan ne çok şeyi hayretler içerisinde izliyorsun. Sadece ölenleri ve kalanları değil, sırtlandıkları betonların altında arafta bekleyenleri, çok üşüyenleri, seslerini üşüye üşüye tüketenleri uzaktan izlemenin utancı sesini soluğunu kesiyor. Enkazın başında bekleyip sevdiklerinin gittikçe azalan seslerine kulak verenlerin, hem içerdekilerin hem de dışardakilerin tükenen umutlarıyla harlanan ateşleri kirpiklerini yakıyor. Yanmaktan korkmuyorsun ama o ateşleri hiç söndürmeyeceğini biliyor olmanın çaresizliği ve utancı içini dışını dağlıyor.
Atlas olup tonlarca betonu bir çırpıda sırtlanması gereken bazılarının yetersizliğini, sorumsuzluğunu, geç kalmışlığını kırk gündür dinliyorsun. Bu yetersizlerin, sorumsuzların, geç kalmışların, ölmeyip kaldığına bile şükredemeyenlerde yaratacağı öfkeyi asla onlar gibi onlar kadar hissedemeyeceğini görüyorsun.
Bir dakikanın ettiklerinin sadece yaşayanlarda değil, uzaktan tanık olan, gören, dinleyen, okuyanlarda bile tarifsiz acılar yarattığı bir dünyada, bazılarının daha gün ışıyıp gerçekler su yüzüne çıkmadan savunmaya geçtiklerini, kırk gündür de haklı çıkmanın peşinde devinip durduklarını görmenin utancı koca bir taş olup göğsünün orta yerine yerleşiyor.
İçlerindeki karanlık yüzlerine vuranlardan, zihinlerindeki kötülük dillerine yürüyenlerden, vicdansızlıkları gözlerinden taşanlardan kaçmak istiyorsun. Böyle bir durumdan nemalanmaya çalışanlardan, kafalarında kırk tilki döndürüp kuyruklarını birbirine değdirmeden hesap kitap yapanlardan, yüze gülüp arkadan türlü çeşit iş çevirenlerden koşarak uzaklaşmak istiyorsun.
Utanmazların nasıl oluyor da bu kadar utanmaz olabildikleri üzerine kafa yoruyorsun. Doluya koyuyorsun almıyor, boşa koyuyorsun dolmuyor. İşte böyle dere tepe gidip bir arpa boyu yol alamamaktan kaçmak istiyorsun.
Onca ölüme yol açan sebeplerin, hâlâ öldüren sonuçların boğazında ortaya çıkardığı kavurucu öfkeden, bütün o sebep ve sonuçlarda senin payının nerede başlayıp nerede bittiğini düşüne düşüne filizlendirip büyüttüğün suçluluk duygusundan kaçmak istiyorsun.
“O kadarı da olmaz artık” dediğin her şeyin misliyle, katıyla, fazlasıyla olduğu, olanlara da neredeyse hiç şaşırmayıp kanıksama çukuruna düştüğün gerçeğiyle yüzleşiyorsun. Bu öyle bir kanıksama ki bulaşıcı hastalıktan beter, çığ gibi büyüyüp önüne geleni kendine katıyor. Artık kanıksama aymazlığına düşmek istemiyorsun.
Bunca yanlışı herkesin birbirinin üzerine atmasının bünyende yarattığı yorgunluktan kaçmak istiyorsun. Neyse ki tam burada durup düşünüyorsun. Sen nerelerde yanlış yaptın? Yanlışını fark edip ne zaman “Aman canım, herkes eğriyken ben niye doğru olayım” dedin? “Bir aptal ben miyim” deyip bile bile kaç yanlışa devam ettin? Hiç öyle başını çevirme, gözlerini kaçırma. Bu sorulara cevap vermeden hiçbir yere gidemezsin. Ya da gidebilirsin de o zaman şu an yaşanan acıların büyüyerek devam edeceği, yanan ateşlerin yayılarak daha çok yeri, daha çok kişiyi yakacağı gerçeğini kabullenmiş, üstelik o ateşe bir odun da sen atmış olursun. Yastığa koyacağın başının peşinde koştuğu huzuru da ebediyen kaybedersin.
Sadece yukarıdakilerin aşağıdakilere, aşağıdakilerin de yukarıdakilere değil, yanında yörende, sağında solunda olanların da hiç durmadan etraflarına ne yapacaklarını, nasıl yapacaklarını hatta neye nasıl ne kadar üzüleceklerini söyleyip durmalarından, bunun ruhlarında yarattığı kibirle sarhoş olmalarından, aynaya hiç ama hiç bakmamalarından da kaçmak istiyorsun. Sonra vazgeçip durmaya, onlara ve kendine ayna tutmaya karar veriyorsun. Belki aynadaki akislerle yüzleşmeye cesaret edilir de yan yollardan vazgeçilip doğrulara erilir.
Ölümün bir dakikasının ertesindeki günlerde ortaya çıkan tüm o kaostan, kargaşadan kaçmak istiyorsun ama bir de bakıyorsun o karmaşanın içinde kırk gündür açan ne çok çiçek, parlayan ne çok yıldız, çabalayan ne çok güzel insan var. Tekrar karanlığa gömülene kadar zihnin aydınlanıyor, kalbin yeşilleniyor, nefesin ferahlıyor. Sonra her şey tekrar başlıyor ve bütün bu umut umutsuzluk gelgitlerinde, çaresizliğin dev girdaplarında yine yeniden kaybolup gidiyorsun.
Değiştirmek istediğin, farklı olmasını umduğun, daha iyi olmasını dilediğin bunca şey varken öylece durup bakmanın, oturup kalmanın, sesini soluğunu yutmanın sende yarattığı çaresizlikten kaçmak istiyorsun. Bir korku ikliminin seni bu derece edilgen bırakmasına isyan ediyorsun. Ediyorsun etmesine de isyan sese söze eyleme dökülmediğinde koca bir taş olup boğazına diziliyor ve seni hasta ediyor. O hastalıklı halden de kaçmak istiyorsun.
Bir tarafın bunca şeyden kaçmak istiyorken öbür tarafında tam tersine kalmak, yüzleşmek ve mücadele etmek istiyor. Senin de payına bu coğrafya, bu acılar, bu mücadeleler düşmüş. Bunu kader değil ama biraz keder, çokça şans olarak görebildiğin zaman ayağa kalkıp yola düşmek istiyorsun. Hatta kaçmayı bu kadar düşündüğün için çok utanıyorsun. Gözlerini kaparsan başlarını kuma gömen deve kuşları gibi bir anlığına o utançtan kurtulabileceğini sanıyorsun. Gözlerini yumuyorsun.
Nereye kaçabilirsin ki? Öteye götürebileceğin şey belki sadece bedenin. İliklerine işlemişten, damarında akandan, yüreğine mıhlanmıştan fazla uzağa gidemezsin. Bunu bal gibi biliyorsun. Yanmadan aydınlığa çıkılmıyor. O köprüden illaki geçeceksin.
O zaman tek yol kaçmak değil, inadına kalmak ama öylesine kalmak, kalıp da bakmak, bakıp da görmemek değil. Tam tersine bir baykuş gibi başını olabildiğince çevirip her şeyi görmek, göstermek, dillendirmek. Artık elinden geldiği kadar!
Kırkıncı mum yandı bugün ve asla sönmeyecek. Sönmesin, söndürmeyelim!