HANGİ DEVİRDE YAŞIYORUZ?(1)/Yücel KARTAL

Fasye, 1948

İki katlı ahşap evin çift kanatlı geniş kapısından önde muhtar, arkada müfettiş gulluğa girdiler.

-Atı ahıra çekin, önüne arpa koyun. Biriniz de heybeyi çıkarsın yukarı. Buyurun Bey'im, biz yukarı çıkalım.

Sağdaki ahırların karşısındaki üstü oval ikinci kapının ipini çekince ahşap kapının sürgüsü, ağaçların birbirine çarptıkça çıkardığı o tangırtılı sesi köydeki bütün evlerde olduğu gibi bir kez daha çıkardı. Muhtar, basakların* başında elindeki idare lambasını müfettişin önüne doğru tutarken “Buyurun buyurun!” diye tekrarlamayı ihmal etmedi. Onların arkasından evin büyük oğlu İsmail ile Deli Oğlan, bastıkça gıcırdayan basaklardan çıktı birer ikişer atlayarak. Son basağın başında evin hanımı onları karşıladı. İdare lambasını alıp kendi elindeki gaz lambasını tutuşturdu muhtarın eline. Hanım, “Üst yanki evde löküs lambasını yaktım, bu da sizde kalsın.” dedikten sonra kaçar adımlarla mutfak evine geçti.

Deli oğlan, müfettişin konuk odasına alınması merasimini en arkadan ağır adımlarla takip etti. Köyde herkes hem yüzüne hem de arkasından böyle derdi ona: “Deli Oğlan!” On beşini henüz bitiren bu yeni yetme delikanlıya Deli Oğlan denmesinin nedeni, kimsenin aklına gelmeyecek icatlar çıkarmasıydı. “Gene icat çıkarma!” sözü, “Deli Oğlan” lakabından sonra onun için en çok kullanılan laflardandı. Bir keresinde Ahlaraltı Pazarı'ndaki berbere “Kafamı tıraş etçen emme toktur kafası gibi…” demişti de berberi çileden çıkarmıştı. Yaşlı berber “Sen tokturu neere gördün a dölü oğlan?” deyince tıraş olmak için sıra bekleyen köylülerinin ağzına da sakız oldu “Deli Oğlan” lakabı. On beşinde , bıyıkları yeni terlemiş bir delikanlı! Kışın kardan, ayazdan; yazın güneşten, ırgatlıktan başka bir şeyden haberi olmayan... Babasız evin en büyük çocuğu...

Müfettişi karşılamaya İsmail ile ikisi gitmişlerdi pazara. Akşama kadar ikisinin de gözleri, dağın tepesinden pazara kadar yılan gibi kıvrılan; etrafı kayın, köknar, çam ve daha bir dolu ağaçla çevrili yollarda kalmıştı. Civardaki halkın tarla açmak için kestiği ormanların ortasında kabak gibi beliren ekin tarlalarının arasında kıvrıla kıvrıla Ahlaraltı Pazarı’na inen bu yollar, yine kıvrıla kıvrıla Deli Oğlan ile abcası oğlu İsmail’in köyüne varıyordu. Kovboy filmlerindeki kasabaları andıran Ahlaraltı, pazarın kurulduğu günlerde cıvıl cıvıldı ya, pazarsız günlerde ölü bir kasabayı andırıyordu. Elindeki çakıyla tepesindeki ağaçtan kopardığı dalları sivrilte sivrilte zamanı öldürmeye çalışan İsmail, bir taraftan da Deli Oğlan’a yol yordam öğretiyordu.. Ne de olsa Deli Oğlan, muhtar abcasının konuk ağırlamasına ilk kez tanık olacaktı.

-Biz eşikte bekleriz, bıbam ne derse onu yaparız. Onlar çakırkeyf oldu mu biz de başlarız ufaktan.

-He! Tamam.

-Emme unutma, serhoş olmak yoh!

Muhtarın, Deli Oğlan’dan iki üç yaş büyük oğlu İsmail, amcasının oğlu bu yeni yetmeye hem ağabeylik hem arkadaşlık ediyordu daha ufaklıktan beri. Birer amcaoğlundan çok kardeştiler adeta. Hele muhtar abcası… Deli Oğlan’ın yılda bir iki kere köye uğrayan, her uğradığında o yıl yeni doğan çocuğuyla ancak tanışan babasının yokluğunda muhtar abcası onun için baba yerineydi. İsmail de ağabey…

Akşama doğru atıyla pazarın diğer ucunda görünen müfettişi toprak yolun tozuna bata bata ilerleyen nalların sessizliğiyle inatlaşırcasına öten çekirgelerin cırıltıları arasında ikisi getirdi köye.

Muhtar, müfettişi kazadan ya da vilayetten gelen diğer ağır konuklar gibi üst yanki eve aldı. Köy evlerindeki her oda için böyle denirdi. Üst yanki ev, alt yanki ev… Mutfak olarak kullanılan odanın adı da ekmek eviydi. Her odada mutlaka ocak bulunurdu ya, çoğunlukla ekmek evinin ocağı kullanılırdı. Bütün yemekler gibi yufka ekmekler de bu ocakta pişirilirdi sac üstünde. Ekmek evinin tam karşısında yer alan oda, muhtarın konuklarını ağırladığı yerdi. Alt kattaki ahırların çaprazına düşen bu odada diğer odaların aksine ahırın kokusu pek hissedilmezdi. Odanın bir duvarında ocak, ocağın iki tarafında ufak çaplı öteberinin konduğu terece denen ufak gözler… Yine ocağın bir tarafında hamamlık; diğer tarafında yastıkların, yorganların üst üste yığıldığı yüklük… Her odaya ev denmesinin nedeni buydu. Bir aile -ayak yolu dışında- bütün ihtiyaçlarını bu tek odada görebilirdi.

Mehmet Muhtar’ın, muhtar olduktan sonraki ilk işi üst yanki evi süslemek olmuştu. Tavana önce yağlı boya ile baklava dilimlerinden oluşan desenler çizdi. Sonra galvenizli soba boyasıyla baklava dilimlerinin ortasına yaldızlı noktalar kondurdu. Baklava dilimleri bir araya geldikçe daha büyük bir baklava dilimi çıktı ortaya. Kilimlerdeki hayat ağacı gibi bir desen oturtmayı başardı çiçeği burnunda muhtar, tavanın göbeğine. Sonra etrafına yine galvenizli soba boyasıyla noktalar, çarpılar koydu. Kazadan getirdiği ustalara iç duvarları ağaçla bir kat daha kaplattı. Konuklar için düzenlediği bu odanın sedirleri de diğer odalarınkinden daha farklı, daha güzel döşenmeliydi elbet.

Müfettişi üst yanki eve aldıktan sonra arkasına yastıklar dizdi. Önüne bir sökü koydu ayaklarını uzatsın diye. Mutfak evindeki kadınlara emirler yağdırdı. Kendisi de müfettişin karşısında, büyük küçük demeden her konuğunun önünde yaptığı gibi ayaklarını altına alıp oturdu.

-Eee, hoş geldiniz safa geldiniz!

- Hoş bulduk muhtar!

-Yol yorgunusunuz, şöyle yanlayın arkanıza!

-İyi böyle muhtar, sağ ol! Muhtar, kafasını uzatarak yüksek sesle emirler yağdırdı dışarıya.

-Bey’in yemeğini hazırlayın çabcak; dömür kaşıkları, çatalları çıkarın.

İsmail, odanın ortasına koca bir sofra getirdi. Deli Oğlan, onun hemen peşinden metal kaşıkları, çatalları yerleştirdi sofraya. İsmail, bir koşu ekmek evinden ıslama tepsisini kaptı getirdi sofraya. Deli Oğlan, ayran maşrapasını koydu kenara.

Mehmet Muhtar'a haber birkaç gün öncesinden geldiğinden hazırlıklarını tastamam bitirmişti çoktan. Sabahtan tavuk kestirdi İsmail’e. Islama yufkası açın diye emir verdi kadınlara. Uzak yerden önemli konuklar geldi mi yörenin bu meşhur yemeği sofranın başköşesindeki yerini alırdı her zaman. Üçgen şeklinde dört parçaya bölünen yufkaların her bir parçası, yine üçgen şeklinde katlandıktan sonra önce tavuk suyuna bandırılır; arkasından tepsiye piramit gibi döşenirdi. Tepsiye döşenen yufkalar, tereyağı ile bolca yağlandıktan sonra üstüne didiklenmiş tavuk parçaları serpiştirilir; daha sonra aynı işlem birkaç kat olacak şekilde tekrarlanırdı. En sonunda köy halkının harman yerindeki ekin yığını için kullandıkları “tepecik” benzetmesi gibi ortaya bol tereyağı ve tavukla tatlandırılmış yufkalardan oluşan bir tepecik çıkardı. Üstüne serpilen ezilmiş cevizin ve yöreye ait mantarların tadıyla bu yöresel yemeğe dışarıdan gelen her konuk bayılırdı. Islamanın tadını daha önce öğretmenlik yaptığı köylerden çok iyi bilen müfettiş, ıslamayı yerken ağzının kenarlarına bulaşan tereyağını elinin tersiyle silerek bayıla bayıla yedi. Tereyağı ve ceviz, yutağına yapıştıkça ayran dolu maşrapayı kafasına dikti.

Yemek bittikten sonra muhtar mevzu açtı. Ordan burdan konuştular önce. Müfettişe yaklaşan seçimleri soracak oldu.

-Seçimler de yaklaşıyor. Ne dersin Bey'im; muhalefet, Paşa’ya rağmen kazanabilir mi bu sefer?

Müfettişin dudak bükerek bilmem anlamında başını eğdiğini görünce vazgeçti siyasetten. Müfettişe sebeb-i ziyaretini sordu bu sefer. Havadisi duyunca kulaklarına inanamadı. Müfettiş “Vilayetten köyünüze okul açılması için karar çıktı. En kısa sürede yer tespiti yapmalıyız. Önümüzdeki yıl da okulun açılması gerek.” diyerek muhtara müjdeyi verdi. Muhtar, “Yer meselesi kolay!” derken gözlerindeki ışıltıyla birlikte İsmail’e kaş göz etti. “Demek sonunda ha!” dedi içinden. İsmail, Deli Oğlan’ı da yanında sürükleyerek mutfak evine gitti. Az önce ıslama servisi yaptıkları tepsiye bu sefer rakı şişesiyle bardakları ve mezeleri döşediler. Onlar odaya girerken müfettiş devam etti.

-Şöyle merkezi bir yer olacak. Bütün çevre köylerin çocukları bu okulda okuyacak zira!

-Öte köye, caminin yanına yapmalı o halde. Altı köyün ortası...

-Yarın gidip görelim şu caminin etrafını.

- Hay hay Bey’im, hay hay!Daha bir hayli konuştular İsmail ile Deli oğlan kendi çilingir sofralarını eşiğin dibinde kurup da ilk kadehlerini yudumlayana kadar.

Muhtar, İsmail’e bir kere daha kaş göz etti. Elekçilerin beklediği odaya giren İsmail, yaşlı elekçinin diğerlerine nasihat ettiğini gördü.

-Herkes dikkatli olcek; yoruldum, tükendim yok. Muhtara mahcup etmeyin beni.

Elekçiler muhtarı sever, muhtar da onları kollardı. Yazdan yaza geldikleri bu orman köyünde gündüzleri bakır kapları kalaylayan, köylüyle takas yoluyla alışveriş yaptıklarından bir bakıma çerçilik de eden ve köylünün itibar etmediği akla gelen gelmeyen bin türlü işle meşgul olan elekçilerin kadınları da kimi zaman köyün kadınlarına, kızlarına fal bakar, kısmet açar kimi zaman da düğün dernek kurulduğunda yahut bir eğlence olduğunda çalgıcılıkta ayrıca yetenekli olan erkeklerinin kıvrak havaları eşliğinde çengilik ederlerdi. Muhtar, elekçilerin kendisi için arada lüzumlu olduğunu düşündüğünden onların köy odasında kalmalarına ses çıkarmazdı.

Birkaç dakika sonra ellerinde çalgılarla üç elekçi odaya girdi. Orta yaşlı olanın elinde kabak kemane, diğerinin elinde kırık bir zurna… Henüz on on iki yaşlarında olan üçüncüsünün elinde de bir dümbelek… İlk kadehler bitip de ikinciler doldurulurken hem muhtarın hem de müfettişin gevşemesini fırsat bilen İsmail de önceki konuklardan şişe diplerinde kalan rakıları kendi kadehlerine koyarken Deli oğlan’ı da dikkatli olması için öğütledi. Kabak kemaneyi çalan elekçi önce bir taksim geçti. Taksimin ardından dümbelek de ona eşlik etti. Elinde zurna bulunan elekçilerin en yaşlısı zurnayı arada çalacakmış gibi dudaklarına getirip getirip bırakıyor, zurnayı çalarsa türküyü söyleyemeyeceğini hissettirircesine türküsüne devam ediyordu.Muhtarla müfettiş ikinci kadehlerini bitiriyorlardı ki İsmail de eşiğin dibindeki kadehten bir yudum çekiyor, ardından kadehi Deli Oğlan’a uzatıyordu. Deli Oğlan daha önce birkaç kez düğünlerde tadına baktığı rakıya yabancı değildi ya ilk kez muhtar abcasının konuk ağırlamasına tanık oluyor, ilk kez onun karşısında ona çaktırmadan rakı yudumluyordu. O akşam yaşadığı, gördüğü çoğu şey onun için yeniydi. Bu küçük dağ köyünde bile değişik yaşamlar varmış diye düşünecek yaşta ve olgunlukta olmasa da bunun ayrımına varmıştı o gece. Özellikle kabak kemaneyi çalan elekçiye gıpta etti. Bu alet, düğünlerde gördüğü davul zurnadan daha çok etkiledi onu. Gözü bir kemaneye bir onu çalan elekçiye ilişiyordu. Arada İsmail’in dürtüklemeleri ile kendine geliyor, abca oğlunun uzattığı kadehten yüzünü buruşturarak bir yudum daha içiyordu.

Muhtar; İsmail’e tekrar kaş göz etti. Ağır havalardan oynak havalara geçen enstrümanların eşliğinde orta yaşlı, hafif göbekli esmer mi esmer bir kadın, ellerinde zillerle parıl parıl parlayan yağlı cildine aldırmaksızın sanki dünyanın en güzel kadınıymış edasıyla muhtarın konuk odasına raks ederek girdi. İsmail, Deli Oğlan’ı dirseğiyle tekrar dürttü. Elekçi kadın, gözlerini dört açan Deli Oğlan’ın şaşkın bakışları arasında pembe fistanının eteklerini savura savura raksına başladı. Rakkaseyi gören müfettiş, daha dansın başında, hiç terlememiş olmasına rağmen gömleğinin cebinden çıkardığı mendille alnını ve saçsız kafasını silmeye başladı. Elekçi kadın, onun önüne doğru eğilip kafasını iki yana doğru ahenkle hareket ettirdikçe müfettiş, daha bir sıkıntılanıyor; misafirliğin de verdiği acemilikle kendini nereye atacağını bilemiyordu. Kadının, önünden kalkmasını fırsat bilen müfettiş kendisini odadan dışarı atmayı başardı. Dört odanın ortasında yer alan, köylülerin çârak dedikleri uzunlamasına alana kaçan müfettişin ardından da muhtar koştu!

“Hayırdır Bey’im, iyi misiniz? diye sordu muhtar. Müfettiş, çârakta hızlı adımlarla bir ileri bir geri gidip gelirken “Olmaz, olamaz!” diyordu. “Bu devirde böyle bir şey olamaz!” Muhtar, ilkin anlamadı müfettişin neye sinirlendiğini. Fakat müfettiş “ Cumhuriyet, devir...” gibi sözler sarf ettikçe anlar gibi oldu.

“Efendim, bunlar aile değil; elekçi! Aile olsa hiç raksettirir miyiz?” dese de müfettişi ikna edemedi! Müfettişin "Olmaz Efendi, olamaz! Bu devirde olamaz." haykırışları, müfettiş gittikten sonra bir zaman daha kulağında çınladı muhtarın.

Ve Deli Oğlan... Muhtar amcasının evinde yaşadığı bu hareketli akşam, döşeğe uzandıktan sonra bir film şeridi gibi gecelerce gözünün önünden geçecekti. Kabak kemane, dümbelek, rakkase, müfettiş, cumhuriyet...

En çok da kabak kemane!

*yerel söyleyiş (Kastamonu-merdiven)