GÖLGE OYUNU VE MAKBER/Münire ÖZGENCAN

Karanlıktan korkar mısınız?

 Cevabınızı duyar gibiyim.

Hayır, çocuklar korkar karanlıktan.

Evet, çocuklar korkar karanlıktan ama o çocuklar büyürler sonra.

İstanbul’da karanlık bir yaz gecesi…

Odamın açık penceresinden dışarı bakıyorum. Yaz mevsiminin insana huzur veren akşamlarından biri daha yerini uzun ve sıcak bir geceye bırakmış. Birkaç damla düşüyor gecenin karanlık gözlerinden , toprağa ve çilli burnuma. Gözlerimi kapıyorum. Birkaç dakika sonra yağmur hızlanıyor.

Toprak kokusunu içime çekiyorum gözlerimi açmadan. İçeriden annemin sesi duyuluyor.

“Aaaa ! hay Allah yine mi?”

Gözlerimi açıyorum , zifiri karanlık. Hiçbir şey göremiyorum. Karanlıktan korkmuyorum hiç. Aksine biraz sonra olacakları bildiğimden hoşuma bile gidiyor. Sonra tek tek mumlar, gaz lambaları yanıyor. Herkesin sabırsızlıkla beklediği an geliyor.

“ Her yerrr karanlııık !”

Şarkı bittiğinde alkışlar, ıslıklar yükseliyor gökyüzüne bu sıcak yaz gecesinde.

Karanlığın ayak sesleri …

Gece yarısı dışarıdaki gürültüye uyanıyorum. Yatağımda doğrulup oturuyorum önce, daha sonra   uzaktan bir düdük sesi duyuluyor. Yatağımdan kalkıyorum sessizce, mışıl mışıl uyuyan kardeşimi uyandırmadan. Perdeyi aralayıp bakıyorum. Karşı evin bahçe duvarına birkaç ağabey ve abla kovaya batırdıkları fırçalarla yazı yazıyorlar. Karanlıkta kim olduklarını seçemiyorum. Telaşla yazıyı tamamlıyorlar. Kaçarlarken içlerinden biri sendeleyip düşüyor. Göz göze geliyoruz. Gözlerinden tanıyorum onu. Terzi Müşerref teyzenin oğlu Cemil ağabey. Doğrulup ayağa kalkıyor. O sırada gürültüye uyanan annem odaya giriyor. Gelip perdeyi kaparken:

“ Kaç kere daha söyleyeceğim sana duvara yazı yazanlara bakmamanı. Maazallah bir kargaşa olsa, bir kurşun gelse bir yerine.”

“ Ama Anne!”

“ İtiraz istemiyorum. Hemen yatağına !”

Uzaklaşan ayak seslerini düdük sesi takip ediyor.

Ertesi sabah bakkala gitmek için evden çıktığımda gözüm duvardaki yazıya ilişiyor, okuyorum.

 “TEK YOL DEVRİM” “ DEV-...”

İki buçuk liralık mutluluk !

“ Saat kaç ?”

“ Daha 10 dakika var gelmesine”

“ İyi, ben gidip annemden para alayım, erken gelirse beni çağırmayı unutmayın sakın!”

Nefes nefese geliyorum elimdeki ikibuçuk lirayla. Az sonra sokağın köşesinde görünüyor önündeki beyaz dondurma sandığıyla bisikletli dondurmacı

 İsmail amca. Tüm çocuklar bir anda etrafını sarıyor o andan itibaren.

“ Bana ikibuçuk liralık sade”

“ Dondurmacı amca, bana ikibuçuk liralık sade ve vişneli”

“ Bana da aynısından”

Çocukluğumda yediğim o dondurmaların tadını bir daha hiçbir dondurmada bulamadım.

Kendi halinde bir sokakta , eski bir apartmanın ikinci katında bir öğrenci evi…Gazete kağıdı serili tahta masanın üstünde üç tabak, üç çatal ve bardak duruyor. Ferhat mutfaktaki makarna tenceresini almaya gittiği sırada kapı yıkılırcasına yumruklanıyor. Üçü de kapıdakinin kim olduğunu anlıyor.  Kitaplıktaki tüm kitapları içlerine bakmadan torbaya dolduran askerlerden biri , “ Komutanım, burada sakıncalı bir kitap buldum!” diyerek kitabı komutana uzatıyor. Üzerinde “EFLATUN - DEVLET” yazılı kitaba bakan komutan “ Götürün bunları ! ” diye emrediyor. Odanın ortasında dağınık yığınların içinde anasının ördüğü bordo kazağın hüzünlü duruşu. Anasının nasırlı elleri , katran karası gözleri ve bahçedeki ortancalar…

Tahta iskemlelerin yanında kimisi dik duran, kimisi devrilmiş gazoz şişelerini takip ederek çıkıyorum yazlık sinemadan. Annem ve babamın yanında ay ışığında eve doğru yürüyorum. Uyuya kalan kardeşim babamın kucağında. Babam o gece her zamankinden farklı, durgun. Belli ki canı sıkılmış. Pek fazla konuşmuyor. Adımlarımı hızlandırıp öne geçiyorum. Böyle gecelerde kendi kendime oynadığım oyunu tekrarlıyorum. Yoldaki gölgemi takip ederek gölgeme basmaya çalışıyorum. Gölgem bazen uzayarak önümde oluyor, bazen arkamda kalıyor, bazense yana geçiyor.

Evimizin bulunduğu sokağa giriyoruz ağustos böceklerinin senfonisi eşliğinde. Bahçelerden taşan kahkahalar, gece lambası yanan odalardan gelen bebek ağlamaları, sinekliklerin duvarda çıkardığı sesler yükseliyor gökyüzüne bu sıcak yaz gecesinde.

Korkunun isli gözleri …

O yılın sonbaharında bir sabah okula gitmek için uyandığımda içeriden babamın ve annemin seslerini duyuyorum. Çoktan gitmiş olmalıydı bu saatte babam. Ne olduğunu anlamak için yanlarına gidiyorum. Televizyonda bir asker amca konuşuyor. Annem “ Aman, çok iyi oldu. Her gün 3-5 ölü haberi, her gün bir yerlere bomba konuyor. Şimdi hepsi bitti.” diyor.

“ Anne! Beni neden kaldırmadın?

"Okula geç kalacağım”.

“ Bugün okul yok”

“ Neden okula gitmiyorum, ne oldu?”

“ İhtilal oldu” “ İhtilal mi ? İhtilal ne demek ?”

“ Ülkemizi bir süre askerler yönetecek demek” diyor annem.

Pencereden dışarı bakıyorum. Sokağın diğer ucunda omuzlarında tüfekleri iki asker. Dışarısı sessiz , dingin. Korku isli gözleriyle yaklaşmakta…

Ölüme döşenmiş taşlar, duvarda uyuyan kurşun ve güz çiçekleri…

Otobüs durağı… Yağmur çiseliyor hafiften. Bugün görüş günü. Uzun bir zamandan sonra ilk defa göreceğiz babamı bugün. Özenle giyinmiş annem. Babamın sevdiği bluzu var üzerinde. Şeftali rengi allık, dudaklarında uçuk pembe ruj. Belli etmemeye çalışıyor. Ama bitkin.

Karşı kaldırımda Songül’ü görüyorum. Bana bakıyor, gözlerimin içine. Sanki senin baban hapiste, o bir suçlu der gibi. Otobüs geliyor. Nefes almakta zorlanan ihtiyarlar gibi kapısı açılıyor tıslayarak. Biniyoruz. Para uzatıyor biletçiye annem. Sonra şoförün yanındaki asker kimliklerimizi kontrol ediyor.Yüzüne bakıyorum. Kımıltısız , tepkisiz. Kimliklerimizi geri veriyor. Otobüs hareket ediyor. Songül’ün önünden geçip gidiyoruz. Bakışları otobüsün camını delip geçiyor.

Arka koltuklardan birine geçip oturuyoruz.

“ Babam hırsızlık mı yaptı?” diye soruyorum.

“ Nereden çıkardın bunu, yok öyle bir şey”

“ O zaman neden hapiste?”

“ İşinden dolayı”

İşini çok iyi yapan, mesleğine aşık bir öğretmen neden hapise girer hiç anlayamıyorum.

Kapıda toplanmış bir yığın insan. Düşünceli, ağlamaklı, tedirgin. Ama hepsi de yakınlarını görmek için sabırsız.

Karşımızda duran birkaç kişinin arasındaki yaşlı teyze durmadan aynı sözleri tekrarlıyor.

“ Aç mıdır? , Üşüyor mudur?” “ Ferhat’ım aslanım, oğlum, nasıl kıydılar sana ?”

Görüş saati. Askerler kapıda kontrol yapıyor. Kimliklerimizi kontrol ediyor, üstümüzü arıyorlar. Çantaları, torbaları didik didik yapıyorlar. Çok kalabalık. Çini taşlı koridorda yürüyoruz. Taşın soğuğu ayaklarımdan geçip yüreğime çörekleniyor.

Babamı görüyoruz tel örgünün arkasında. Çok zayıflamış, omuzları çökmüş, gözlerinin altı mosmor. Bir süre konuşmuyoruz. Sonra “ Nasılsın” diye soruyor annem. “ İyiyim” diyor. Göz ucuyla anneme bakıyorum , gözleri nemli. Babam yutkunuyor. Babam iyi değil, hiç iyi değil.

Katran karası gözler ciğerini , Ferhat’ını arıyor. Her gördüğüne soruyor. “Ferhat’ı tanır mısın?, Ferhat nerede?” diye. Sonunda bir gardiyan yanına gelip bir şeyler söylüyor. Sesi bedenine hapsoluyor, ciğerine bir kurşun saplanıyor o anda. Olduğu yere yığılıyor.

Ağaçlarla kaplı yoldan geri dönüyoruz. Hava kararmış. Yağmur hızlanıyor. Esen rüzgar güz çiçeklerinin her bir yaprağını bir yana savuruyor. Arkama dönüp bakıyorum, ardımda yüksek bir duvar. Duvarda bir kurşun uyuyor. İçimde bir korku beliriyor. Giderek büyüyen bir korku. Açık bir pencereden şarkının nağmeleri duyuluyor.