“Anlatılmamış bir hikâyenin yükünden daha büyük bir ızdırap yoktur!” Maya Angelou
-O sene kış çok sert geçti. Biliyor musunuz, o zamanlar kar yağardı. Nasıl da severim. Çatılardan dondurma külahı gibi buzlar sarkıyor. Altlarından geçerken korkuyla karışık heyecan hissediyoruz. O korkulu heyecanın peşinde, çığlık çığlığa durmadan eve girip çıkıyoruz. Annem kızacak ama teyzemle sohbete öyle bir dalıyor ki, bizi duymuyor. Duyulmayınca daha da çok bağırıyoruz. Çocukluğun dolu dizgin yaşları işte. Her zamanki gibi olmayan her şey bize çok eğlenceli geliyor. Duyulmamak da çok eğlenceli geliyor. Aslında öyle olmayabileceğini öğrenmeme az kalmış meğer.
Sustu. Derin bir nefes aldı. Sesi mi titremişti?
-Okullar tatil olmuş. Bütün yollar kapanmış. Teyzemler de evlerine dönemiyorlar. Biraz mecburiyetten biraz da keyiften misafirlikleri uzamış. Çok mutluyum. Kardeşim, iki dekuzenim çete olmuşuz, bütün gün karlarda yuvarlanıyoruz. Evlerin çoğu sobalıydı o zamanlar.Bizimki de öyle. Sobayı siz yakmıyorsanız, yani cefasını çekmiyorsanız sefası şahanedir. Babam her sonbaharda odunla kömür alır, hep beraber arka bahçedeki odunluğa taşırdık.Yanlış hatırlamıyorsam gündüzleri kömür yakılırdı da geceleri iri bir kütük konur, sabaha kadar için için yansın diye sobanın üzerindeki su damlası şeklindeki delik kısılırdı. Biz çocuklar sobalı odada uyuyoruz. Çekyatları bilir misiniz? Gündüzleri kanepe şeklindeyken geceleri çekince yatak oluyor işte.
Gülmeye çalıştı. Canı yandı. İnsanın gülerken canı mı yanarmış? Hem de nasıl yanıyordu.
-Birinde ben yatıyorum, diğerinde kardeşim. Küçük kuzen annesinin koynunda, öbür odada. Abime de bizim çekyatların arasında yer yatağı yapılıyor.
Nefesi kesildi. Önündeki bardaktan bir yudum su içti. Tekrar nefes almaya başlamayı bekledi. Bir yudum daha içti.
-Bütün gün o kadar koşturuyoruz ama yine de hiç yorulmuyoruz. Sadece çocuklar yorulmazmış meğer. Şimdi öyle mi ya? Buraya gelirken bile yoruldum, trafik berbattı. Bunun bir de dönüşü var. Siz bu trafiği her gün nasıl çekiyorsunuz? Üzerine o kadar dert dinlemenize rağmen gayet zinde görünüyorsunuz.
Bu sefer gülümsemeyi başardı. Boyun kasları gevşedi.
-Yorulmadığımız gibi kıkırdamaktan uyuyamıyoruz. Annem öbür odadan bağırınca sesimizi kesiyoruz ama yorganları kafamıza çekip daha çok gülüyoruz. Sobanın üzerinde aralık bırakılmış delikten ahşap tavana vuran ışıkta alevler dans ediyor. Biz kısık kahkahalar attıkça alevler daha çok coşuyormuş gibi gelirdi bana. Kendimizi tutmaya çalışıp kalın yorganların altında güldükçe tavandaki ışık sanki dans ederdi. Bayılırdım alevlerin dansını izlemeye. Tıpkı toprağa uzanıp gelip geçen bulutları bir hayvana ama ille de bir hayvana benzetip eğlenmek gibi. Ben o zamanlar ne çok şeye bayılıyordum.
Saçlarını sımsıkı toplayan tokayı çıkardı. Başını iki yana salladı. Tokayı sehpadaki su bardağının yanına bıraktı.
-Annem sabahları çayı sobanın üzerinde demlerdi. Ne ara odaya girer de çaydanlığı koyardı,hiç duymazdım. Çocukluğun o derin uykuları işte. Önce fokurdayan sonra da ıslık çalmayabaşlayan o mavi emaye çaydanlığı çok severdim. Hele de bir de akşamdan sobanın üzerinde unutulmuş bir portakal kabuğu bütün gece ısınıp kokusunu ince ince odaya yaymış ve kızarmış ekmeklerin kokusuyla karışıp beni uyandırmışsa bundan büyük mutluluk olamaz sanırdım. Küçük çetedeki tek kızım diye yatakları benim toplamam gerekirdi. Hiç şikâyet etmezdim. Az sonra sıcak ekmek dilimlerinin üzerinde eriyecek tereyağının hayaliyle bir çırpıda her işi bitirirdim. Sonra yine gelsin karlı sokaklar ve dolu dizgin koca bir gün.
Boynundaki fuları çabucak gevşetti. Ne kadar sıkıntılı bir sıcak vardı!
-Yağmur yağacak galiba. Pencereyi biraz aralayabilir miyiz? Teşekkür ederim. Teyzeminoğlu abim en büyüğümüz. Öyle öğretilmişti bize. Bizden büyük bütün teyze, dayı, hala, amca çocuklarına abi diyoruz, abla diyoruz. Bizden küçükler de bizi öyle çağırıyor. Bunu da seviyorum. Abime hayranım. Çok akıllı. Her şeyi biliyor. Biz kocaman bir aileyiz. Öyle sanıyorum.
Gevşettiği fuları sehpaya fırlattı. Elbisesinin yakasını çekiştirmeye başladı.
-Sonra işte…
Elbiseden bir düğme kopup yere yuvarlandı.
-Yine çok koşturduğumuz, çok güldüğümüz bir günün gecesinde…
Dışarıdan gelen gök gürültüsüyle yerinden zıpladı.
-Tavandaki alevlerin dansıyla her zamankinden erken uyuyakalmışım. Tatlı çocuk rüyalarımdayım. Yani herhalde öyleydim. O zamanlar rüyalarım rengârenkti. Meğer kararmalarına çok az kalmış. Göğsümde hareket eden bir soğukla uyandım. Çok tuhaf, soğuk kıpırdıyordu. Sanki bir şeyler arar gibi sağa sola hareket ediyor, bulamayınca da şiddeti artıyordu. Sonra aşağılara inmeye başladı. Herhalde kâbus görüyordum, bundan sonra hep hatırlayacağım ilk kâbusum.
Sustu, dışarıda yağmaya başlayan yağmura kulak verdi. Yakasını çekiştirmeyi bıraktı.
-Abimi hemen yanı başımda görünce çok şaşırdım. O kadar yakınımdaydı soluğunu hissediyordum. Portakal kokuyordu. Gözleri kocaman açılmıştı. Terli yüzü kızarmıştı. Bunu o karanlıkta nasıl gördüm, bilmiyorum. Belki de bana öyle geldi. Sus, dedi bana fısıltıyla. Sus .Pijamamın içindeki eli şimdi çamaşırımı indiriyordu. Kötü bir rüya değildi bu, başka bir şeydi. Hiç bilmediğim çok başka bir şey. Keşke rüya olsaymış.
Ağlamaya başladı. Hıçkırıkları yağmurun sesine karıştı.
-Kıpırdayamıyordum. Sanki bir yılan bedenimde dolaşıyordu, kıpırdarsam beni sokacaktı. Abi, dedim. Ne yapıyorsun? Ne yapıyordu? Sesimi duyunca durdu. Ne yapacağına karar vermeye çalışıyor gibiydi. Sonra çekti elini. Benim sesimi duyunca mı durmuştu yoksa ev halkından tuvalete kalkan birisinin tıkırtısından mı ürkmüştü, bunu hiç bilemedim. Durmasaydı ne yapacaktı, niyeti neydi? Bunu da hiç bilemedim.
Hıçkırıkları artık yağmurun sesini bastırıyordu.
-Ama bildiğim bir şey varsa ben bir daha hiç derin uyuyamadım. O döndü arkasını, yeryatağına serilip bir güzel uyudu, biliyor musunuz? Ben o gece gözümü kırpmadım. Neden bilmem, yıkanmak istiyordum. Sabah her zamanki gibi başladı. Annem odaya usulca girdiğinde fırladım. Ben, dedim, banyoya gireceğim. Annem şaşırdı. Banyomuz öyle şimdikiler gibi değil. Kocaman bir kazan var, önceden yakılması ve hem suyun hem de banyonun ısınmasının beklenmesi gerekiyor. Her gün banyo yapmıyoruz, o gün banyo günü değil. Ama her nasılsa, bekle azıcık, dedi. Kazana odun atayım. Bekledim ama suyun sıcak ya da soğuk olması umurumda değil. Sonra saatlerce yıkandım. Temizlenirim sandım ama olmuyordu bir türlü. Çıktığımda annem banyo kapısında bekliyordu. Ne oldu, iyi misin? diye sordu. Cevap veremedim. Sesim çıkmadı.
Yağmur şiddetlenmişti.
-Abim, kahvaltı sofrasında kızarmış ekmeğine tereyağı sürüyor, ona buna takılıp herkesi güldürüyordu. Hiçbir şey olmamış gibi! O kadar şaşırdım ki, acaba, dedim, gördüklerim,hissettiklerim sadece bir kâbus muydu? Bir an gerçekten öyle sandım ve üstelik aklıma öyle şeyler geldi diye utandım, biliyor musunuz? Ama sonra karanlık gözlerinde yakaladığım şimşek gibi çakan bir pırıltı hiçbir şeyin kâbus olmadığını gösteriverdi. Bana bakarken gözbebekleri kocaman oluyordu.
Sustu. Hıçkırıklarını bastırmaya çalıştı, derin derin nefes aldı.
-Susmayacaktım. Onunla bir daha aynı odada yatamazdım. Anneme söylemeliydim.
Tekrar ağlamaya başladı.
-Söyledim de. Ama bana inanmadı. Annem bana inanmadı. O senin abin, yapmaz öyle şey,dedi. Onunla aynı odada uyumayacağımı söylediğimde de sinirlendi. Kış günü başka nerede uyuyacaksın, dedi. Umurumda değildi. Bahçeden karların içinde yatmaya bile razıydım. Sen bilirsin, diye cevap verdi. Annem öyle dedi. Alır yorganını buz gibi salonda, koltukta yatarsıno zaman.
Fularını tekrar boynuna bağladı. Saçlarını düzeltti.
-Öyle yaptım. Buz gibi salonun buz gibi koltuğunda yattım. Ama yollar açılıp onlar dönünceye kadar hiç derin uykulara geçemedim. O sabah kahvaltı etmedim. Onunla bir daha hiç aynı sofraya oturmadım. Bir daha da hiç abi demedim.
Çantasını karıştırıp bir ilikli iğne çıkardı. Kopan dümenin yerine iliştirip yakasını kapattı.
-Göğüslerim bile çıkmamıştı, biliyor musunuz? Bedenimde kadınlığın hiçbir izi yoktu henüz.O kadar çocuktum. Çok sorguladım kendimi. Ben ne yapmıştım da beni kardeşi olarak görmemişti. İnsan kardeşine öyle dokunur muydu? O bana dokunurken öbür çekyatta mışıl mışıl uyuyan kardeşime de kızdım. Uzun süre kızdım. O nedenini hiç anlayamadı. Ben o geceden sonra hep kızgın oldum.
Ellerini saçlarının arasından geçirip tekrar dağıttı.
-Yolları kapayan karı bir daha hiç sevmedim. Sobanın tavanda yansıyan alevlerine hiç bakmadım. Bulutlara hayvan kondurma oyunu oynamadım. Deliksiz çocuk uykularım bitti.Ben bir daha hiç portakal yemedim.
Ayağa kalkıp aralık pencerenin yanına geldi, yağmurla ıslanan caddeye baktı.
-Ama en çok anneme kızdım. Neden artık portakal yemediğimi bile sormadı. Merak etmedi. İnsan çocuğunun portakala neden elini bile sürmediğini merak etmez mi? O etmedi. Kızgınlığımı ergenliğime verdi. Teyzemlerin bir dahaki gelişlerinde neden hep salona kaçtığımı sorgulamadı. Beni memnuniyetsizlikle, suratsızlıkla suçladı. İnsanın asıl kızgınken sığınabileceği birileri olmalıymış meğer. Çocukken kime sığınılır ki?
Pencereyi biraz daha araladı. Yüzünü rüzgârın içeri savurduğu damlalara verdi.
-Onunla bu konuyu bir daha hiç konuşmadım. Duyanı olmayınca susmaya başlıyor insan. Kendimle çok uğraştım ama. Çocukluğum bitmişti ama büyümeyi hiç istemiyordum. Kadın olmayı durdurabilmek için yemek yemeyi bile kestim ama işe yaramadı. Bazı şeyler elimizde değil işte. Ben uzun süre çocuklukla kadınlık arasında arafta kaldım. Orada olmak değil de orada yalnız olmaktı en zoru.
Geri dönüp yerine oturdu. Önündeki sehpada duran mendil kutusundan bir kâğıt mendil çıkarıp yağmurla ıslanan yüzünü sildi.
-Doktor oldu, biliyor musunuz? Hastalarına da bana dokunduğu gibi dokunabileceğini düşünüp onlar için üzüldüm hep. Baba oldu bir de. Üstelik ikisi de kız. Bazen içim öyle kararıyor ki gidip eşine anlatmak istiyorum. Kızlarını ondan korumak istiyorum. Ya da…
Koltuktaki sırt minderini kucağına alıp dizlerinin üzerine koydu.
-Ya da ona sormak istiyorum. Senin çocuklarına birisi pis elleriyle dokunsa? Cevabı umurumda değil. Cevap istemiyorum. Sadece soracağım.
Mindere sımsıkı sarıldı.
-Annem gitti. Neden artık bu kadar kızgın olduğumu, neden yemek yemediğimi, çocukken neden her gün banyo yapmak istediğimi hiç merak etmeden gitti. Geçenlerde bir dizide izledim. Başlarına gelen onca şeye rağmen kadın adama hep “Aman sesimizi çıkarmayalım, ağzımızın tadı bozulmasın!” diyordu. Annem de ağzının tadı hiç bozulmadan gitti. Her şeyin hesabı görülmeli mi bilmiyorum ama öyle bile olsa benim annemle hesabım mecburen kapandı. Ne çok şey yarım kaldı!
Minderi tekrar sırtına yerleştirdi.
-Ama o adam yaşıyor ve ben çok kızgınım. Buna bir de korku eklendi. Benzer şeyleri kızımda yaşayacak diye çok korkuyorum. Nefes aldırmıyorum. Geçen gün bana öyle öfkelendi ki “Çek ellerini üzerimden artık anne!” diye bağırdı. Derdin neyse git ve hallet! Kaldım öyle .Ellerim o kadar üzerinde miydi onun? Benim ellerim. Anne ellerim. Onu koruyayım derken meğer ne kadar boğmuşum. Hallet, dedi üstelik. Derdin neyse hallet!
Sehpanın üzerinde duran tokayı alıp saçlarını tekrar topladı. Yüzünü yağmur sonrası pencereden sızan güneşe verdi.
-Daha yeni bir yerlerde okudum. İnsanın çocukluk travmalarının bir son kullanma tarihi olmalıymış. Evet, dedim. Evet! Annemle ve o adamla değil ama kızgınlığımla uzlaşabilirim. Çok yoruldum. Onları değil ama yaşadığım acıyı affetmek istiyorum. Yoksa hep yaralı kalacağım, etrafımı da yaralayacağım. Sustuklarım çok ağır geliyor artık. Öte yandan duyanı yok diye bir kez sustu mu insan tekrar konuşmaya başlaması o kadar zor ki!
Ayağa kalktı, ceketini ilikledi.
-Haftaya aynı gün aynı saatte mi geleyim?
*21 Kadın 21 Öykü antolojisinde yer almıştır