Üzerinde tonlarca yük taşıyormuş hissi veren gövdesiyle yanımdaki banka ilişip montunun cebinden çıkardığı sigara paketinden bir tane alıp çakmağıyla yaktığında; tam dibimde maske, mesafe hijyen üçlüsünü boş vererek, dumanıyla beni boğmasına kızdım. Bilmediğimiz bir hastalıkla karşı karşıyaydık, solunum yoluyla bulaştığı söyleniyordu, yaptığı hataydı, hem kendine hem başkalarına zarar verebileceğini bilmesi gerekirdi. Sonra üzgün yeşil gözlerine, kirli sakallarına takıldı gözlerim, bir yerlerden tanıyordum ama nereden? Elleri büyük ve yaşına göre yorgundu o zaman hatırladım. Bizim köşedeki markette kasada duran çocuktu bu, arada sebze bölümünde tartım yaptığını da görüyordum, hatta geçenlerde tam yanından geçerken portakal sandıklarını indiriyordu arabadan. Efendi, üstü başı düzgün bir gençti. Marketin bayağı ilerisindeydik, normalde arka kısımda saçak altında içerdi orada çalışanlar sigaralarını, niye buraya gelmişti ki?
Kulağım, altımızdan geçen trenin sesinde, fark ettirmeden izlemeye başladım. Bu pandemi günlerinde eve kapanmanın sıkıntısını bize verilen birkaç saatlik izinde, çocuk, erkek, kadın, genç, yaşlı insan yüzlerine bakarak gidermeye çalışıyordum. Şehrin öbür yakasında oturan kızım aylardır gelemiyordu, ben zaten bir yere gidemiyordum. İzin saatimizde bile toplu taşıma araçlarına binmemiz yasaklandığından,kontrollerim için hastaneye de gidemiyordum. En fenası da sevdiklerimize duyduğumuz özlemdi, güzel, tatlı Naz’ım burnumda tütüyordu. İyi ki cadde üzerindeki tam altından trenin geçtiği köprünün üzerindeki bu banka sahiplenmiştim, saat tam on buçuğu beş geçe bankıma kavuşuyordum.
Aslında; pek çok yaşıtıma göre şanslı sayılırdım, en azından kendi işimi kendim görebilecek kadar sağlığım yerindeydi daha. Ben bunları düşünürken o cebinden telefonunu çıkartıp konuşmaya başladı. “Bıktım artık şerefsizim kasiyer miyim yoksa hamal mı? Anlamadım gitti, bu yapılacak atamalardaydı umudum. Anasını satayım, bize kadro ayırmamışlar yine. Öyle ya, okullar açık değilken beden eğitimi öğretmenini ne yapsınlar? Hoş daha önce de pek önem verdikleri yoktu ya. Peki bize ne olacak kardeşim, öldürelim mi kendimizi, atıvereyim mi şuracıktan aşağıya?”
İrkildim, ayağa kalkıp benim oturduğum bankın arkasına geçtiğinde, tuhaf bir sıkıntı kapladı içimi. Benzer bir sıkıntıyı daha önce de yaşamıştım. Gözlerimin önünde, yıllar önce motorda rastladığım; kucağında tuttuğu çocuğuyla, dalgın gözleri yaşlı genç kadın beliriverdi. Solmuş, belden büzgülü eteğinin altındaki naylon terlikli çıplak ayaklarına tezat; mağrur bir film yıldızı gibi duran, hüzünlü güzel yüzü hâlâ gözlerimin önünde duran gizemli ,genç kadın…
Arada, arkadan bağladığı beyaz tülbentin ucuyla, yeşil gözlerinde biriken yaşları silerken karşılaşmıştı gözlerimiz. Karaköy’den Kadıköy’e giden motorun açık kısmındaydık, iki sıra karşısında ileride tam karşında oturuyordu. Uzun zaman önceydi gençtim henüz, iş dönüşüydü. Kucağındaki; bir yaş civarındaki kız çocuğunun üzerindeki giysiler solmuş ama temizdi. Kendi üzerindekiler de öyle. Çocuk; şaşkın yüzü, gelişigüzel kısa kesilmiş saçlarıyla bebekten çok ancak derin acı çeken bir yetişkinin sahip olacağı gibi bir hüzünle bakıyordu etrafa. Sonra, aniden ağlamaya başladığında, karşısında oturan kadının oyalama çabaları yetmemişti susturmaya. Belki de bir şeyler anlatmak istiyordu o küçücük yüreğiyle, ama herkes o kadar yorgundu ki kimsenin durup onu dinleyecek hali yoktu, sadece sussun istiyorlardı.
Genç kadın, etraftakilerin rahatsız olduğunu fark edince ayağa kalkıp tam karşıma geçip, çocuğu yavaş hareketlerle kucağında hoplatmaya başlamıştı oldukça uzun boyluydu sonra elinde sıkı sıkıya tuttuğu bozuk para dolu şeffaf naylon poşeti fark etmiştim, başka hiçbir şey yoktu elinde ne kendine ait bir çanta ne de bir bebek çantası. Birkaç kişi dilenci zannedip bozuk para vermeğe kalkışınca mağrur bir edayla yüzlerine bile bakmadan teşekkür edip almamıştı paraları. Denizi, martıları, Kız Kulesi’ni her şeyi bir yana bırakıp bütün dikkatimi ona vermiştim. O sakin adımlarla motorun iyice kenarına gidip denize bakarken, içime tuhaf bir sıkıntı çöreklenmişti. Benden başka kimse farkında değildi sanki onların, anlamıştım insanlar bilerek görmek istemiyorlardı onları. Fark ederlerse huzurları kaçacaktı, iş dönüşü yorgun argın kendi dertleriyle uğraşmaya güçleri yetmezken; tanımadıkları birileri için sıkıntıya girmek istememekte haklı olabilirlerdi. Kimseyi suçlayacak halim yoktu, sabahın köründe uykunun sıcak koynundan çıkıp işlerimize koşup, ezilip büzülüp, azarlanıp her gün bir parçamızı daha tüketip eve dönerken; çoğumuz için belki de günün tek güzel anı, denizin enginliğinde, serin rüzgârın bir dost eli gibi alnımıza dokunduğu, neşeli martı çığlıklarının umut dağıttığı bu sayılı dakikalardı ve tanımadıkları birisi için o anların huzurunu bozmak istemiyorlardı.
Yirmili yaşlarının henüz başında olduğunu sandığım kadın, arkası bana dönük denizi izlerken kafamdan aşağıya bir sıcaklık yayılmaya başlamıştı. Ya kadın birden denize atlayıverirse ne yapacaktım? Bazen böyle tuhaf sorular sorarken bulurdum kendimi. En çok da denizde yüzerken gelirdi aklıma. Boğulacak gibi olursam bağırarak yardım ister miyim, istemez miyim?Ben böyle şeyler düşünürken, kadın yüzünü bana doğru döndürünce, rahatlayıp, derin bir nefes almıştım. Leylak kokusunu ardında bırakıp, yanımdan geçip arka tarafa giderken, bir an peşinden gitmeyi düşünsem de kadını ürküteceğimi düşünerek vaz geçmiştim. O tuhaf sesi duymadan az önce, onun eski durduğu yere zayıf, uzun boylu bir delikanlı gelmişti, elindeki simitten kopardığı parçaları martılara atarken; insan sesleri kaybolmuş martı çığlıkları kaplamıştı ortalığı. Simit bittiğinde; ortalık hâlâ dinginken, onlarca kişinin suskunluğundan çıktığını sandığım o tuhaf “Şap!” sesi gelmişti kulağıma. Martılara simit atan, o zayıf delikanlı bizim tarafa doğru telaşla “ Kadın kucağında çocukla suya atladı koşun!” dediğinde anlamıştım sesin gerçek kaynağını…
Telaşla arkama döndüm, genç adam; telefonu öbür eline geçirmiş değişen ses tonundan çıkarttığım kadarıyla başka biriyle konuşmaya başlamıştı. Ayağa kalkıp yanına gittim, salgına aldırmadan koluna yapışıp banka oturttum, bir an şaşkın yüzüme baktıktan sonra gözünde biriken yaşları salıverdi.
“Anlat bakayım ne derdin var senin?” Önce sustu, gözlerini silmesi için çantamdan mendil paketini çıkartıp verdim. Gökyüzüne doğru baktıktan sonra, derin bir nefes aldı, maskesini takıp konuşmaya başladı. “Cadde çocuğu sayılırım ben, evimiz hemen istasyondan minibüse giden yol üstünde. Beden eğitimi öğretmeniyim, salgın öncesi özel bir okulda öğretmendim, arada da yine şu caddenin sonundaki spor salonunda ders veriyordum. Evimiz küçük de olsa bize yetiyordu, kira vermiyorduk en azından, annemle idare edip gidiyorduk işte. ”
Sustu, dalgın yere baktıktan sonra devam etti. “Bu hastalık dünyanın başına dert olmadan önce evlenmeye hazırlanıyorduk Cavidan’la. Şimdi her şey tepetaklak oldu. Okul işime son verdi, spor salonları kapandı, rica, minnet bir kasiyerlik işi buldum, onda da bin türlü dert.
” Sustu, uzaklara baktı. Maskesini burnundan indirip derin bir nefes alıp yeniden yüzüne yerleştirdikten sonra devam etti konuşmaya. Sesi titriyordu. “Şimdi çaresizliğimizden istifade evlere servise gitmemizi istiyorlar, inanır mısınız? Ben servise gittiğimde müdür kasaya geçiyor. Geçen gittiğim evlerden birinde eski kız arkadaşımla karşılaştım iki lirayı bahşiş olarak, kurumla tutuşturdu elime. Neden ya! Neden? Keşke hiç okumasaydım pazarda limon satsaydım, hiç değilse ailemin emekleri boşa gitmezdi. İnan abla, geçende; liseden atılan bir arkadaşımın evine gittim tesadüfen, siparişlerini götürmeye. Ev değil saraydı sanki, ailesinin durumunu da biliyorum, bizim gibi insanlardı. Tamam olsun tabii, olsun da… Bu kadar adaletsizlik te olmasın! Birileri hak etmediği bir zenginliğe konarken biz karnımızı doyuramıyoruz. Bir yandan da Cavidan sıkıştırıp duruyor “Ne zaman evleneceğiz?” diye.
O da haklı, annemin üzüleceğini bilmesem kendimi şuradan atıvereceğim!” Ne diyeceğimi bilemedim. Bir süre sustuktan sonra aklıma ilk gelen sözcükler sıraladım. “Aslan gibi çocuksun, bu koca dünya; ne hengâmeler, ne alt üst oluşlar gördü, ne savaşlar, depremler oldu.
Anneni de Cavidan’ı da üzme! Haklısın, dünya hiç bu kadar adaletsiz olmamıştı ama inan bu günler de geçecek” Az önce verdiğim mendil paketinin içinden bir tane daha mendil alıp; “Sağ ol Abla, senin gibi insanların var olduğunu bilmek güç verdi birden, haklısın, pes etmek yok! Bu işe biraz daha ihtiyacım var ben gideyim” dedi gözündeki yaşları eliyle silerken.
O, gitmeye niyetlenirken; önümüzden geçen kuryenin motosikletinden “ Bu düzen böyle mi gidecek pireler filleri yutacak, yedi nüfuslu haneye üç buçuk tayin yetecek” diye haykıran nağmeler kaplamıştı. Ethemefendi Caddesi’ni. Adını bilmediğim genç arkadaşım; “İşte abla! Şarkının dediği gibi, soruyorum sana. Bu düzen böyle mi gidecek? ” Timur Selçuk’un bu şarkısını çok severek dinlerdim üniversite yıllarında, neredeyse kırk yıl önce. Tam onu diyecektim, sorusunun cevabını beklemeden hızla uzaklaşmıştı yanımdan. Gerçi iyi ki demedim umut vermeye çalışırken “ Kırk yıldır değişen bir şey yok” diyerek az önce verdiğim umudun üzerini çizmiş olacaktım oysa; elimiz de umuttan başka ne kalmıştı ki…
Bankta biraz daha oturduktan sonra kalktım ben de. Yokuş aşağıya dikkatle inerken, marketin yan tarafında onu gördüm, kederli gözlerle soğan sandığının başında çürük soğanları ayıklıyordu. “ Bu ne acayip dünya” diye şarkının nakaratını mırıldanarak evimin yolunu tuttum