ADALAR VAPURUNDA BİR PARALI ASKER/Gülnar KANDEYER

Ayaklara geçirilmiş pabuçlar, bir motiften kopyalanmış gibi. Her bir parçası, başka başka eller tarafından örülmüş sanki. Kimi acemice kimi mahirce. İmalattan ayağa geçirilinceye kadarki yaşanmışlıkları farklı, iplikleri aynı. Yaşam gailesi. Yoksa ne işi var bunca insanın iş çıkış saatinde ada vapurunda? Birbirine paralel iki demir paravanın arasında ağır akan bir ırmağı andıran insan seli, yapışkanca ilerliyor. İlerleyenin gördüğü önündekinin sırtı, ayakkabıların topukları… Bir karış aralıklarla nizama uygun yürüyen kadınlar, erkekler ve çocuklar. Hava, şapkasız başların tepelerini pişirecek kadar sıcak. Kimi şemsiyesiyle gölgelik yapıyor korunmak adına, yanındakiler ve arkasındakiler de bu gölgeden istifa etmek için markaja alıyorlar onu.

Vapurun düdüğü, bir kampana ayarında tiz ve uyarıcı ötüyor. Bunca insanı alamayacak sanırım. Yine de ilerliyor sıradakiler başlar öne eğik, bakışlar önündekinin ayaklarında. Parmak arası terlikler, ağırlıktan yamulmuş sandaletler, sıçrayan kirli sularla lekelenmiş bez pabuçlar. Gıdım gıdım  ‘Aldım, verdim, ben seni yendim’ tekerlemesine gönderme yapıyor.

Neyse ki iskeleyle deniz arasına yorgun bir gacırtıyla atılmış seyyar tahta köprücükten geçiliyor. Zincirli parmaklıklı kapı kapanıyor. Usanç nidalarını ve yirmi dakika sonraki vapura kadar beklemenin sıkıntısıyla geçecek dakikaları ardında bırakıp çarklarını çalıştırıyor vapur. Tornistan yaparken denizin kirli suyu ak köpüklere dönüşüyor. İçinde ters dönen deniz anaları, şeffaf bedenlerinin parçalanmasına mâni olamıyor.

İlk binenler, vapurun girişindeki dar balkonlara sıralanıyorlar. Denizden yeni çıkan ve müşteri beklemek üzere tezgâhta sıralanan patlak gözlü balıklar gibi oturakta yer bulma sevinciyle. Üst katta bulunan teras balkonuna benzeyen havadar tentenin altı, iğne atsan yere düşmez. Hem esiyor hem dört yanı denizi görüyor, yalı mübarek.

Ada vapuruna bindiğinden beri, kadının biri genç birinin peşinde. Gözü önünden giden istemeden takip ettiği delikanlının düştü düşecek pantolonuna kilitlenmiş. Tentenin altında tüneyenler -teyzeyi yaşına hürmeten-birbirini sıkıştırıp yer açıyorlar. Kıçının ancak yarısını sığdırabiliyor ancak kadıncağız.

Olsun buna da şükür, hiç yoktan iyidir.’

Ensesini açıkta bırakan minik başörtüsünün düğümünü açıp kendini yelliyor. Hemen ayakucuna üst üste istiflediği, kıtlık günlerine hazırlık yapmışçasına hınca hınç doldurduğu bez torbalar. Delikanlı, tutunacak bir yer bulup ayakta beklemekte, tam kadının burnunun hizasında kalçası. ‘Donu görünüyor ayol. Uyarsam mı acaba?’diye geçiriyor içinden. ‘<em>Neme lazım, ters biri olur, akıldan kıtça olur. Yeni yetmelerin sağı solu belli olmaz üstelik.’Cayıyor uyarmaktan. Böyle düşünürken zihnindeki fikirler uç uca eklenip halay çekiyor. Baştakiyle sondakinin hiç alakası olmuyor, zıplaya zıplaya değişiyor. Birden içi geçiveriyor, davetkâr sıcağın etkisiyle.

Kulağının dibinde çalan telefon sesiyle irkilip kulpundan tuttuğu çantaları çekiştiriyor. Önce nerede olduğunu anlamıyor. Hah, yine o kıç, tam göz hizasında. İki şeritli don lastiği beyaz üzerine mavi ve kırmızı şeritli. Bu kez biraz daha sıyrılmış sanki pantolonu.

‘Ay az sonra düşecek temelli. Rezil olacak şu kalabalığın önünde.’

Arkadaşıyla konuşuyor pantolonu düşecek olan.

“Hayır tertip, döneceğim merak etme. Yarım kalan işimizi tamamlamamız lazım.”

‘Asker bu çocukkk. Fakat asker dediğin tertipli düzenli olur. Niye pejmürde böyle?’

Bir martı, konuşmayı sansürlüyor çığlığını yollayıp.

“El bombalarım bitmişti. Adi herif, arkamdan sinsice yaklaştı.”

‘Kuzummm, cephedeymiş. Çatışmaya katılmış. Sınır boyunda siz olmasanız ne yaparız Mehmetçiğim?’

“Gücüm tam olsaydı, topunun tozunu attırırdım. Yaraladı Allahsız beni.”

‘Gördün mü bir? Bizim gibi Müslüman olsa yaparlar mı yavrummm. Gözleri çıksın. Herhal hastaneden geliyor. Hava değişimi vermişlerdir belki de.’

“Ağır silahlar tabii. Neyse çatışmaya girmeden benimkiyle değiş tokuş yaparız. Çok para verdim. Son model. Hı hı. Anladım.”

Kadın sıkıntı içinde konuşmaları dinliyor, bir yandan da etrafta başka fark eden var mı diye gözleriyle çevresindekileri araştırıyor. Herkes kendi aleminde. Genç âşıklar, martılara simit atıp hayvanseverliklerini, ne kadar duyarlı olduklarını resmetmekte. Kızın bir ayağı havada pozlar döktürüyor. Gözlükleri şişe dibi bir amca, memur emeklisi olma ihtimali yüksek kılıklı, gazetesiyle sevgi yaşıyor. Okşayarak, sıvazlayarak, katlayarak. Bir bebek, annesinin elinden tutup hem yürüme antrenmanı yapmakta hem de bedenini esneterek oturan herkese dokunma özgürlüğünü ilan etmekte. Dokunulanlar, bu masum elleşmeye gülümsemekte.

Askerimiz ise henüz arkadaşıyla aslında gizli olması gereken konuşmayı ulu orta yapmakla meşgul.

‘Anladım, bu komando. Belki de paralı asker. Baksana silahını neyim kendi alıyor.’

“Tamam, on- on beş dakika sonra Heybelide’yim. Taş çatlasın yirmi dakika sonra görüşürüz. Kurtardığım yerlerin haritasını filan görürsün. Hem de roketatarı da değiştiririz. Okuturuz birine.”

‘Silah kaçakçısı mı yoksa? Amma kılık kıyafet uymuyor. Töbe de Nazife. Heybeli’de Deniz Okulu’nda anladım. Bahriyeli!’

“Vallahi dün bölgeyi ele geçirme sevdasına bir lokma yemedim. Şimdi gidip Eminönü’nden aldığım balık ekmeğe talim edeceğim. Bir de içecek olsaydı yanında. Yoksa uykum geliyor.”

‘Vah yavrum vahhhh. Analar ne evlatlar doğuruyor. Vatanı uğruna ne çile! Aç biilaç.’

Kadın ağladı ağlayacak, gencin pantolonu düştü düşecek derken Ada vapuru iskeleye yanaşıyor. Aaaa, Kınalı’yı Burgaz’ı nasıl geçmişler, haberleri olmamış. Demek ki sohbete mecburen de olsa katılmak böyle işte. Zamanın nasıl geçtiği anlaşılmamış.

Kadın geçişi tıkadığı alışveriş torbalarını kenara çekerek ağırdan alıyor, genç yine önünde, pantolon tam olması gerektiği gibi değil ancak götünden düşmek bandında. Kadına bir iki hayırsever yardım edip iskeleye kadar taşımacılık yapıyor. Pantolonu aynı kulvarda olan genç, iskeledeki büfeye yanaşıyor. İçecek alıyor. Kadın, torbalarının çalınma riskini göze alıp iskelede bırakarak gence doğru koşuyor. Güneşi bir nebze olsun engelleyen minik baş örtüsü çözülüp uçuyor denize doğru. Sonra terleyen ayaklarından kayarak üste dönen sandaletleri, fırlatıyor. Yalınayak, yel yeperek koşuyor. Cüzdanından çıkardığı iki yüz liralık banknotu uzatıyor.

“Buradan al hesabı Cafer Bey oğlum.” diyor büfeciye.

Delikanlı, teşekkür ediyor şaşırarak. Geri çevirecek oluyor.

“Sakın bana karşı gelme evladım. Ben de teyzen sayılırım. Bu da benden olsun. Uykun gelir sonra görevini yapamazsın. Gel, bir de şu pantolonunu toplayalım.”

Pantolonu küçük bir çocuğa giydirir gibi yukarı doğru çekiştiriyor. <em>‘Çattık ha!’</em> diye içinden geçiren delikanlı, teşekkür gevelemeleri ile içeceğini alıp uzaklaşırken büfeci, kadına dönüyor, hem de para üstünü uzatıyor.

“Nazife Teyze, hayırdır? Sevap işleme gününde misin?”

“Cafer Bey oğlum, tanımasak bile bu vatanın evladı, kahraman Mehmetçiklerimizden biri değil mi?”

“Hayır değil.”

“Paralı asker o hâlde.”

“İyi bildin, Nuri’nin hayta oğlu. Hem paralı hem de asker. Oyun salonu var, iyi para kırıyor gece sabaha kadar. Kendi de oynuyormuş, askerliği oradan herhalde. Ne lüzumu var diyor askere gitmeye, açıköğretime yazılmış.”

Yol boyunca kurduğu hayalleri yıkılan kadın, büfenin önündeki banka çöküyor. Ardına baka baka giden delikanlı henüz köşeyi dönmemiş. Pantolonu hâlâ düşme sevdasında.

“Ayol o kadar paralı madem, bir kemer alsa ya. Pantolonu düştü düşecek.”

“Moda o, Nazife Teyze, moda. İç çamaşırının üstüne monte ediyorlarmış pantolonu.”

“Niye?”

“Seksi oluyormuş.”

“Tövbe estağfurullah!”