Ölgün Maviliğin Gölgesi/Erinç BÜYÜKAŞIK

Dünya, soluk, ölgün mavi bir nokta. İç sıkıntısı ve boğuntularıyla ilendi bir an koca dünyaya, bir nevi cehennemine...

Televizyon ekranında celladını alkışlayan kalabalık bas bas bağırıyor kadının çevresinde. Kocasını aldatmış kadının iki ufak oğlu tedirginlikle izliyor kırbaçlı adamı. 


Bir, iki, üç, dört... 


Alkışlar. Kalabalık her kırbaç darbesinde saymayı yeni öğrenmiş gibi koro halinde söylüyor sayıları. Cezadan doyum alan erkek kalabalığına tiksinerek bakıyor iki çocuk. Korku sinmiş gözlerine ikisinin de.

Televizyon açık kalmış. Murat odada bir başına. Günlerdir hem de. Ekmeği tırtıklıyor bir yandan. Kırıntıları döküldü sararmış, kirli yatağa. 

Bir, iki, üç...Kırıntıları saymaya niyetlendi oğlan.

Üçten fazlasını bilmiyordu. 

Bir, iki, üç... takılıp kaldı son sayıda.

Baban, anan olacak cezaevinde keyif çatsın, biz oğlanı besleyelim. İki kızının zayıf, çelimsiz gövdesi geçti odanın içinde. Bir gölge gibiydiler. Tembel teneke bu çocuk, yataktan çıktığı yok. Hastaysa gidip ilaç alacak üç kuruş para mı var cepte. Duvar soluk, ruhsuz ve kirli. Babaanne altına yapar oldu yatağa düştüğünden beri. İşsizlik maaşı neyine yeter. SGK'den gelenlere yalvardım yardım edin bu gariplere diye; yasalar, kanunlardan bahsediyordu gelen genç kadın. Uzun işmiş maaş bağlanması. Teferruatlar, bir yığın evrak... O memure nasıl da süslenip gelmiş kapıya. Burada yaşanır mı diye hesap sordu bir de ukala karı. Sen ev sahibinin kirayı kaç para yaptığını biliyor musun bu mezbele için, diye çıkışmıştı kadına.

Bir, iki, üç...

Kırıntıları saymaya devam etti oğlan. Üçten fazlası dilinin ucuna gelmedi. 

Bir, iki, üç... 

Yine takılıp kaldı son sayıda. Odada rutubet kokusu. Keskin bir koku. Çişim geldi, duyan yok, diye bağırıyor ninesi.


Televizyonda recm cezasını tartışıyor iki kişi. Çocuklar iki büklüm kadının çarşafı içinde kayboluyorlar bir süre sonra. Kadın aylardır cezaevinde olduğundan oğlanlar bir başına kalmış sunucunun anlattığına göre. Murat gibi kansız, cansız, kara kuru veletlerdi onlar da.

Babaanne diğer odada inledi uykusu arasında. Halasının öfkeli çığlığıyla irkildi o an. Evecen evecen oturmayı da bilmiyor bu veletler. Yoğurt sürmüştü kuru ekmeğe. Şekerden kalanları da serpti üstüne çikolata niyetine yesinler diye. Şekerli şekerli, tatlı tatlı. Tüpteki çikolatalar gibi lezzetli değildi şekerli yoğurdun tadı. Varisleri ağrıyan babaanne, şişkin bacaklarını kızına ovdurmalı akşama. Kızların bağırtıları arasında çığlığı kayboldu bir an. Battaniyeyle örtmüştü kadının üstünü. Pencereden gelen soğuk it gibi titretiyor insanı. Halası nasır bağlamamış acıların öfkeyi de katık ettiğini düşündü o sırada. Vazifesi nihayetinde anasına bakmak. Televizyondaki o kırbaçlanan zavallı kadının gözlerinde kendini gördü bir an.

Murat, bitlenmiş yine, kızlar da kaşınıyor günlerdir. Tatlı tatlı kaşınıyor habire ana, diyor Elif kıkırdayarak; saçlarını kökünden kesmeli her birinin. Su cıpcılız akıyor kaç gündür. Komşu iki kova su taşıdı ona acıyıp evinden. Oğlanın zırtapoz babası kendi gibi itin birini bıçaklar, karı koca torbacılıktan içeri girer; Murat’ı beslemek, büyütmek de benim işim olur çıkar sonunda. Sıçayım talihime! Vebali boyunlarına hepsinin.

Polisler eve baskın yaptığında beni de suç ortakları sandılar bir de. Bana acıyan mı var, anam bile yatalak hâlde buyurur da buyurur. Derin uykudaki kadına ilenerek baktı bir an. Murat yatağında ekmeğini kemirsin bakalım. Saatlerce zırladı, bir deri bir kemik zaten. Oldum olası yemiyor ki anası sizi apar topar götürdüklerinden beri. Tencerede ne kaynarsa ona razı benim sübyanlar, o inattan yemiyor. Murat sevmez oldum olası halasını zaten. 

Geçen de bulgur pilavı koydum sofraya, kupkuru bu diye ekşidi suratı. Bir iki kaşık aldı, zoraki yuttu onu, ses etmeden gitti odaya. Hatırlar mısın ne zaman kucağıma alsam zırlardı üç aylıkken bile bu velet. Kolundaki morluklar mı; sakar seninki oldum olası, ya kapıya çarpar ya dolaba. Kolunu yakmış sobaya yaklaşıp geçen de. Kız bozulma da benim yeğen biraz na kafa anlayacağın. Ağlamaz düştüğünde, çarptığında falan. İdrak edemez düştüğünü sanki. Gıkı çıkmaz, saklar morluklarını. Bana inat besbelli! Aklınca analık yapmaya hakkım yok ona. Öyle düşünüyor bilmez miyim? Düşmanı bellemiş beni bir kere. Geçen kemik suyuna çorba yaptıydım da suratına bakmadı nimetin bu hayırsız oğlan.

Üç yıl verdiler kadına, kocasının mahallenin itinden kopuğundan aldığı o hapları, otları, metin abiyi falan paketleme işinde ustalaşmıştı üstelik. Narkotikçilerin ikisini ne zamandır gözüne kestirdiklerinden habersizlerdi avallar. O it kopukların başına bir halt gelmedi de bu iki zavallıyı götürdüler o gece. Ava gelmez kuş olmaz, başa gelmez iş olmaz, dememişler boşuna. Bozuk bulgur mu, lapa mı yedirdim de yemez içmez oldu bu oğlan. Ölüp gidecek elimin altında bu gidişle. Cereyanı keseceklermiş bu ayki faturayı ödemezsem. Temizliğe bir iki eve daha gitmeliyim bugünlerde belli ki. Bir yumruk indi bir an karnına Hatice'nin tüm bunları düşünürken.

Sıvaları dökülmüş nohut oda bakla sofa evde pencereden gelen yarım yamalak gün ışığı içini ısıttı bir an. Murat’ı götürmeli görüşe. Anası ısrar etti son görüşmede yine. Gelmek istemiyor dese de elinden tut getir diye kadının başının etini yedi o gün. Murat’ın o lüzumsuz babası olacak zevzek cezaevinde kavgaya karışmış, görüş yasağı koymuşlar iki hafta. Görüş günü izne çıkmamıştı yine. Murat doğduğunda cılız, iskelet gibi bir şeydi, anasının sütü kesilince erkenden yemeden içmeden de kesilmişti zavallı. Anası en son oğlanı görüşte gördüğünde çocuğun kolundaki morluklara bakıp dellendi ilkin, bu oğlan yemiyor ya kuvvetten düştü, habire düşer, çarpar oldu bir yerlere, dediyse de anası işkillendi bu ahvâlden. Halası aç açıkta bırakacak değildi ya. Kız baksana ben de süzüldüm iyice; eve et, peynir mi giriyor sanıyorsun. Günde üç akşam da salçalı makarna. Sizin cezaevi yemeği daha iyidir muhakkak. Devlet baba yine de açlıktan öldürecek değil ya sizi kodeste. 

Kız, haksızlık etme bana! Kendisi okula gitmek istemedi, zorla kulağından çekip mektepe götürecek değilim ya! Anamın altını her gün temizlerken hele de... Valla giydiremiyoruz kızım senin oğlanı üstelik. Milletin eskilerini de beğenmiyor. Don giymeden, anadan üryan dolanır kimi zaman evde. Babası o çulsuza çekmiş besbelli. Uçkuruna sahip çıkar inşallah! Senin herif Kamil'i zımbaladığında karısına musallat olduğu bütün mahallelinin ağzında haberin ola! Milletin ağzı torba değil ki büzesin.

Güneş alevler saçarken ancak ısınırdı bu ev. Issız olurdu gündüzleri. Murat, babaannesiyle bir başına. İki yatalak gibiydi ikisi de. Suskunluk mahalle çatılarındaki mavilik kadar sonsuzdu hatta. Murat bodur kalmıştı git gide. Büyümüyor bu oğlan, geçen yıl gördüğümde de aynıydı boyu diye söylendi anası halasıyla ziyarete gittiklerinde. Yaşıtlarından oldum olası ufak görünüyordu zaten. 

Yatakta bağdaş kurmuş duvara konan sineğe bakıyordu o sırada. Şimdi de, okula gidemiyorum artık, diye ağlamaya başladı. Neymiş okul çantası şartmış, okul kıyafeti alacakmışız, mektep parasız güya. Seninki okula gitmemek için ayak diriyordu sabahları. Benimkiler de ona uydu üstelik. Her sabah mızmızlanıyorlar anlayacağın. Zaten zor bela okuma yazmayı söktü ikisi de. Beslenmelerinde zeytin, kuru ekmek koydum diye kızıyordu üçü de okula her gönderdiğimde. Murat’ın pabucu açılmış da yenisi lazımmış. Sen akılsız kocanla kodese girince kurtuldunuz dertten, beladan. 

Hepsi benim üstüme kaldı anlayacağın. Milletin evini temizle, eve dönüp anamın, çocukların kıçını temizle, bitlerini ayıkla. Oğlan gerekirse atık, kağıt, plastik falan toplasın sabahın kör saatinde benimle uyanıp. Başka veletlerden ne farkı var yeğenimin. Ama çekçeki taşıyacak kuvvet mi var çocukta. Belki çalışsa eve üç beş kuruş daha girerdi aslında. Kira, cereyan, su derken imanım gevriyor, senin herifin bıraktığı o para yeter mi sanıyorsun evi döndürmeye?

Her yağmur yağdığında kabardıkça kabardı duvar, alçı sıvalar döküldükçe çirkin bir küf rengi yerleşti duvarlara. Murat’ın gözleri takılır oldu küflü duvara, sineğin uçup yeniden konması eğlenceli gelirdi oğlana. Öksürüyor son günlerde. Ihlamur falan da içirdim de düzelmedi. Komşu kadın geçen de bana İmam Rabbani denen bir ulunun lafını söylediydi. Neymiş, size gelen belalar, kabahatlerinizin bedeli olsa olsa, laf sokuyordu aklınca oruspu.

Murat, uyanmış; cılız, incecik bacaklarıyla zar zor yürüyordu iki oda arasında. Suskun, ıssız bir ruh gibi tuvalete gidiyordu çoğu kez son günlerde; kemikleri, içi ısınmıyordu bir türlü. Ayakları üşürdü en çok. Elleri uyuşuyordu hemen, soğuk ciğerlerine dek inerdi. Öksürükleri de arttı git gide. Havanın o gri olduğu kış vakitlerinde sürekli hasta. Ev biraz sıcak olsa kanı çözülür, üşüyen yerleri ısınır, sıcacık tüten yemeği iştahla yerdi muhakkak... Düşte ısınmak mümkündü en azından? Uyumayı daha da sever olmuştu bir süredir. Titriyordu yine. Mahallenin bitişik nizam gecekonduları üstüne o ölü beyazlık damlara çöküverdiğinden bu yana incecik gömleğini çekiştire çekiştire içine gömülmeye çalışıyordu geceleri. Battaniyeye sarılıp gün ışığının odaya girmesini bekliyordu gece boyunca. Soluğuyla buğulanmış pencereden uzun uzun bakıp okula giden mahalleli oğlanlara bir iki defa el sallamıştı da veletler görmezden gelmişti onu. Halası hapsetmiş oğlanı eve söylediklerine göre. Anasının yanına görüşmeye de götürmüyormuş bir süredir. Çulsuz torbacının oğlu diye dalgasını geçmişlerdi Murat'la okula gittiğinde de. Öğretmeni de bitlendi diye en arka sırada tek başına oturtuyordu oğlanı. Bir vebalı, illetli olarak görüyordu tüm sınıf Murat’ı zaten. Bunu duyunca halası oğlanı kolundan çekip ite kaka getirmişti eve.

Rengi solmuş, eprimiş battaniyeyi üstüne çekip dışardaki ölü beyazlığı seyretmeye başladı eve tıkıldığından beri. Halası dönmedi henüz eve. Lüks sitedeki o iki kadın eve temizliğe çağırmış halasını, o palamutlardan biriyle dünya evine girip bir eli yağda bir eli balda yaşamaya alışmış hatunlar tüm gün cam çerçeveyi sildirecekler yine, diye söyleniyordu bir önceki gece zaten. Babaannesi sesleniyor Murat'a. Dondu bacaklarım. Battaniye ısıtmıyor zemheri ayında. Kış kışlığını puşt puştluğunu gösterir demişler. Oğlum sen iyice ufaldın, halan denen zilli yemek vermiyor mu sana. Yarım yamalak çıktı sözcükleri. Her yeri sızlıyordu kadının. Halana mahkûm olduk bu kümeste, görüyorsun değil mi torunum? Biraz kuvvetim olsaydı en azından evin tozunu alırdım çalı süpürgesiyle. Sobanın yanındaki birkaç oduna, talaşa ilişti gözü. Bir iki kuru odun at da yansın azıcık. Murat ağır adımlarla sobaya yöneldi. Çıplak ayakları buz tutmuştu iyice. Demir kapıdan giren soğuk rüzgâr içine dek işledi oğlanın.

Odanın ortasına yığılıverdi odun parçasını sobada yakmaya çalışırken. Donduğundan mı açlıktan mı solukları kesik kesikti anlayamadı. Babaannesi seslendi oğlana. İşitmedi sesi Murat. Cılız bacakları yere düşerken talaş ve odun parçaları dağıldı etrafa. Erkenden ölen çocukların elinden tutan bir melek belirdi o sırada. Annesinin yüzü ilişmiş meleğin yüzüne. Televizyondaki kırbaç cezasına çarptırılan kadının iki oğlu da onunla. Gökyüzü masmavi, dünya da. Geniş, upuzun bir yolda yürüdü dördü.

Dünya, soluk mavi bir noktaydı sadece.

,