Çocukluğumdan Kalan Yağmur Yüklü Bulutlar/Gülnar KANDEYER*

*Büyük Ortadoğu Öykü Antolojisi'nde yer almıştır.

Can dostlar… Canından çok sevdiği, can dostuna kavuşmuştu yine. En çok harman yerinde oynamaya bayılıyorlardı. Kulaklarının ve burunlarının deliklerine dolan saman tozundan bile rahatsız değillerdi. Yan yana geldiklerinde dünya umurlarında bile olmazdı. Köyün tozlu, taşlıklı yolunda gözlerini kapatarak yürüyen on iki –on üç yaşlarında iki kız, oyun oynadıkları için çok mutlu görünüyorlardı. Aysel, teyzesinin kızı Nargülü’nün yaz tatillerinde, köye gelmesinden büyük bir keyif duyardı. Çünkü o, hiç durmadan yeni oyunlar uydurur, bu da senede birkaç hafta hayatlarına doyumsuz renkler katardı. Bu oyunu da yine uydurmuş, gözü kapalı olarak kim daha önce bostana varırsa, birinci geleceğini ilan etmişti.

İlk denemede Aysel, yıllarca geçtiği bu yolda gözü kapalı yürürken, teyzesinin kızının- buraları kendi kadar iyi bilmemesine rağmen- nasıl olup da önde gittiğini anlayamıyordu. Sonunda bunu nasıl yaptığını keşfetti. Nargülü, Aysel sağ yanında yürüdüğünde sağ; sol yanında yürüdüğünde sol gözünü kapatıyor, diğer gözünü açık tutarak rahatlıkla yürüyebiliyordu. Aysel, bunu fark ettiğinde Kızılderili savaşçılar gibi çığlıklar atarak onu kovalıyordu. Onu yakalayıp, bir güzelce döveceğini söylüyor, bir taraftan da gülerek koşturuyordu. Bostana geldiklerinde, her ikisi de kan ter içinde kalıyorlardı. Gülmekten iki büklüm olmuş, elleriyle bel boşluklarına bastıra bastıra bu keyifli anın mutluluğunu yaşıyorlardı. Sonra da bostandan kopardıkları salatalıkların ortasını oyarak domates ve biber doldurup salatalık dolması yapıyorlardı. Sırt üstü, sıcacık ve sünger gibi kabarmış humuslu toprağın üzerine yatıp afiyetle yiyorlardı.

Köyün içinden akan dereye kadar koşu yapıyorlar, etekleri savrularak gelen iki kızdan kendilerini sakınan ördek ve kaz civcivleri, can hıraş çığlıklarla kaçışıyorlardı. Yavrularının tehlikede olduğunu hisseden anne kaz ve ördekler, boyunlarını uzatarak tehlikenin büyüklüğünü anlamaya çalışıyorlardı. Bu iki yaramaz kızın, yavrularının huzurunu bozmalarından rahatsız olup tıslayarak onları önlerine katıyorlardı. Aysel, bu durumdan iyice coşuyor, yalnız başına geçerken hiç aldırmadığı bu dere canlılarına dil çıkararak zıplıyordu.

Derenin üzerindeki küçük ve salaş tahta köprü, sırf ayakların ve etek uçlarının ıslanmaması için, sanki daha çok süs olsun diye yapılmıştı. Kış manzaralı kartpostallar gibiydi köy meydanı. Nargülü, yaz aylarında geldiği köyünün kışın nasıl olabileceğini gözünde canlandırarak okulda bir kartpostal bile yapmıştı. Pamuktan karları, beyaz yaldızdan ışıltıları olan bir yılbaşı kartında hasretini dile getirmişti. Yazın bakmaya doyamayarak gözlemlediği, bu manzarayı kışın ebedileştirmişti, elinden geldiğince. Hasır sepetlere doldurulmuş kirli çamaşırlarla yunağa (çamaşırhaneye) giden genç kızlar, genç gelinler, günün dedikodularıyla ağırdan aldıkları bu önemli görevi savsaklıyorlardı. Kazları ve ördekleri ürküten bu iki yaramaza, çarpma tehlikesini savuşturmak için yana çekilip yol veriyorlardı. Çeşme başında atını sulamaya gelen delikanlıların niyetleri ise bıyıklarını burmalarından ve göz süzmelerinden açıkça belliydi.

Nargülü ve Aysel, kendilerine yabancı olan bu duygusal anların önemini bilmekten uzaktılar. Varsa yoksa eğlenmekti amaçları. Kim kime aşık, kim kimin gönlünde tahta çıkmış, çocukluk platformundan uzak bu duygulara; kara sevdalara aldırmadan oyunlarını sürdürürlerdi. Köyün içindeki meyve ağaçlarıyla dolu alanlarda koşturmaya, kan ter içinde kalana dek, anneleri onları aramaya çıkana kadar dönmezlerdi eve. Akşam olur, koyun kuzu yaylamaktan dönen çobanlar, çıngıraklarıyla ortalığı velveleye veren bu hayvanları, ahıra sokup dinlenmeye çekilmeye can atar, onlar, iki can dost teyze kızı eve girmemek için köşe bucak kaçarlardı.

Akşama dek enerjilerini harcadıklarını düşünenler yanılırdı. Oyunları bu kez de tek göz odalı bu köy damında da sürerdi. Geceleri oynanan oyunlarsa bir başka keyif veriyordu iki can dosta. Yorgunluktan ağızları açık ve konuşacak önemli konuları geveleye geveleye, gözlerinin uykuya kaymasına gücenik bakarak yastıklara gömülürlerdi.

Aysel’in babası çiftçilik yapıyordu, çocuklar da işlerinde ona yardımcı olmak zorundaydılar. Aysel ve kardeşlerinin pek hoşlarına gitmiyordu köy işleri yapmak ama köy yaşamı bunu gerektiriyordu. Yalnızca, yaz tatilinde teyzesinin kızı köye gelmişse, babası onu fazla sıkmıyor, birlikte yapabilecekleri hafif işlerde görev veriyordu ona. Aysel, böyle zamanlarda pek de keyifli bulmadığı işlerden biraz olsun uzak kaldığı ve yaşıtı olan teyze kızı ile köyde hiç kimseyle oynayamadığı(oynayamayacağı)oyunlar için mutlu oluyordu.

Özün (derenin) kıyısında –bostana giderken-sık sık oturur hayal kurarlardı iki kız. Aysel, kendilerinin de Ankara’ya göç ettiklerini, onların mahallesinde oturduklarını düşlerdi. Ne güzel olurdu kim bilir? Hep birlikte olmak, çocukça sırları, her zaman birbiriyle paylaşmak… Belki de birlikte okula giderlerdi ya da aynı eve gelin. Gerçi, biraz tartıştıklarında ikisinin annesi de:’’Sizi aynı eve kuma vereceğiz, görün bakın.’’diye takılılardı, bu onları çok kızdırırdı ama aynı ortamı onunla paylaşmak, Aysel’i çok sevindirirdi şüphesiz.

Nargülü ise yaz tatillerini burada geçirmeyi, ona şehirden geldiği ve beyaz ekmek yiyebilme şansına her zaman sahip olduğundan ötürü, gıptayla bakılan biri olmaktan dolayı seviyordu. Kendi yaşadığı yerde bunlar çok olağan şeylerden sayıldığından burada ayrıcalıklı olmak güven vericiydi ve böyle olması hoşuna gidiyordu. Çocukluk işte. Şehirden köye gelirken kasabada otobüsten inerlerdi. Çünkü oradan köy minibüsüne binmeleri gerekirdi. Hemen fırına koşup bir çuval dolusu ekmek alırdı. Teyzesinin kızları bayılırdı bu ekmeğe. Tandır ekmeği yemekten gına gelmişti çocuklara. Bembeyaz, kabarık mayalı ekmeği, lavaşın arasına dürerek yerlerdi. Her birine ikişer ekmek hesabı yapardı Nargülü. Köye iner inmez ekmekleri üleştirir, onların sevinciyle gönenirdi. Küçük çocuklar, paylarına düşen ekmekleri köşe bucak kaçırır, diğer öğünlerde de yemek için saklayacak bir delik ararlardı. Nargülü’ye özenerek biraz da gıptayla bakarlardı. “Ne güzel, her gün çarşı ekmeği yiyor.” cümlesini duyar ama duymazlıktan gelirdi. Aysel’le derin bir sohbete dalarlardı.

Çocukluk yıllarının kırk ikindileri… Bahar aylarında yağardı kırk ikindiler. Lakin bu köyde yazın sonunda da bu yağmurlar her an yağmaya hazırdı. Gökten değil, iki can dostun gözlerinden akıp kucaklarına dökülürdü. Veda zamanı geldiğinde iki teyze çocuğunun ağzını bıçak açmaz, hüzünlenirler, boğazlarına düğüm olan yumrukları yutmak istercesine durmadan yutkunurlardı. Sonra Ankara’ya dönmek üzere onları kasabaya götürecek at arabasına binerlerken göz pınarları titrer, aniden boşanırdı ikisinin de gözyaşları. Nargülü, kasabaya giden yolda arkada bıraktığı, bir daha ailesi onu köye getirene kadar göremeyeceği Aysel’in gittikçe küçülen siluetine bakardı ağlayarak. Ta ki Aysel, ufuk çizgisinde bir nokta haline dönüşene kadar… Ondan sonraki günler, Aysel için sıkıcı, zevksiz ve monoton işlerle vakit öldürdüğü sıradan hale gelirdi.

Şimdi modernize olmuş bu kasabanın yollarında bu anılar sarmıştı her yanını. Nargülü,  tekrar görecekti yıllardan sonra Aysel’i. Hâlâ güzel mi acaba? Diye geçirdi içinden. Ağzı ancak gözleri kadar büyüktü, burnu hafifçe kalkık ve küçücüktü. Bir tek saçlarından dert yanardı Aysel çünkü Nargülü’nünkiler gibi sık değildi ve onun deyimiyle “köyün suyu iyi gelmediği için” çabuk da uzamıyorlardı. Ama Nargülü, onun yanık tenindeki sağlığı, gülmesindeki çekiciliği ve köylü kızlarındaki çekingen ağırbaşlılığı fark ederdi. Ona benzemediği için de zaman zaman hayıflanırdı. Onunla evlenmeye layık bir insanın olabileceğini düşünemezdi. Genç kızlığa ilk adımlarını attığında görüşmüşlerdi en son. Köyün delikanlıları koşup oynadıkları, ördekli, tahta köprülü derenin kıyısındaki pınarda onu süzer olmuşlardı. Şimdi başka küçük kızlar korkutuyordu kazları ve ördekleri… Şimdi başkaları yürüyordu bostana doğru… Şimdi başkaları onlara aldırmadan suları sıçrata sıçrata çocukluklarını yaşıyorlardı. Onlar gelinlik kız olmuş, durgunlaşmışlardı. Yine de fırsat bulduklarında gözlerden uzak bahçelikte erik ağaçlarına tırmanıyorlardı. Yumruk gibi eşek eriklerini kıkırdayarak kuytu köşelerde dişliyorlardı. Çocukluklarının lezzetine vara vara, çocukluk anılarını tazeliyorlardı.

Nargülü, bu kez yalnız başına gelmişti kasabaya. Fırına gidip yine bir çuval ekmek almak geldi içinden. Sonra bu düşüncesine güldü. Artık gerek kalmamıştı. Köyde bile bakkaldan ekmek alınır olmuştu. Kadınlar, artık tandır ekmeği yapmıyorlardı. Gözüne ilişen bir bakkala girip birkaç paket şeker aldı. Hiç değilse eli boş gitmezdi. Bakkala parayı ödeyip dışarı çıktı. Çocukken olsaydı, paketin kenarını yırtıp bir tane ağzına atardı çoktan. Kendini karşılamaya gelen yeğenlerini görünce düşünceleri aniden dağıldı. Sanki gökyüzündeki grilik önce pembeye, sonra sarıya döndü. Güneş açtı aniden. Hâlbuki kırk ikindi yağmurlarının müjdecisi bulutların az önce orada olduğuna ve ufuklara ağdığına emindi. Yeğenleri, teyzelerini çok özlemişlerdi. Hiç durmadan konuşuyor, akrabalarından son haberleri veriyorlardı. Nargülü, bazılarına başıyla tepki veriyor, arada bir “ya, öyle mi?”, “gerçekten mi?” diye kısa yanıtlar veriyordu. Fakat aklı fikri Aysel’deydi.

Zavallı eniştesi, at arabasıyla ana yola çıkarken bir kamyonun altında kalmıştı. Aysel’in şehre göç etme arifesinde yaşanan bu olaydan dolayı şehir hayalleri suya düşmüştü. Onun için Dünya, bu köyle sınırlıydı artık. Köy, hudutları dikenli tellerle çevrilmiş bir cezaevine dönüşmüştü. Duyduğuna göre babası öldükten sonra Aysel’i bıçkın bir köy delikanlısına vermişler. Pek hoş olmayan bir hayat yaşatıyormuş kıza. Şimdi bunların hepsini, birazdan onun anlatımıyla duyacağından içi hafiften sıkılıyordu.

Araç, dört beş katlı, bu köhne kasabaya yakışmayan bir apartmanın girişinde durdu. İlk katın penceresine yığılan başlardan bir kaçı çığlıklar atarak beklenen misafirin geldiğini duyuruyordu diğerlerine. Nargülü, tüm misafirperverliğin sıcaklığıyla açılan bu kapıdan içeriye girdiğinde sayamayacağı kadar çok, meraklı ve çekinerek kendisine bakan çocukları fark etti önce. Daha sonra bakışlarıyla Aysel’i aradı. Ona çocukluk yıllarından kalan anıları sunan gözleri buldu nihayet.

Şu anda yaşadığı büyük bir düş kırıklığıydı. Karşısında duran, gözlerinin feri kaçmış, yazmasının altından ak birkaç tel saçı görünen, zayıf ve çarpık olduklarını uzun eteğinin bile örtemediği bacaklarının üzerinde, ağır bir buhran dönemi geçirmişçesine yorgun yüzlü bu ihtiyar kadın o muydu? Yine göz bebekleri titreyerek yavaşça yaklaştılar birbirlerine, yağmur bulutu yüklenmiş gökyüzü gibi ağırlaştı çevrelerindeki hava ve ani bir atılışla kucaklaştılar. Çevrelerindeki şaşkın bakışlara aldırmadan doya doya ağladılar bu kez. O iki küçük kız, on üç yaşın verdiği çocuklukla değil, kırklı yaşların verdiği olgunlukla sarmaş dolaş, boyunlarını birbirine sokarak ağlıyorlardı.

Çevrelerinde onları ilgilendiren kimse yokmuşçasına ellerini bırakmadan oturdular kanepeye. Burası Aysel’in küçük kız kardeşinin eviydi, Ankaralı akrabalarının geldiğini duyan ve görmek isteyen hemen hemen herkes buradaydı. Ayağa kalkıp diğerleriyle de öpüşmek gerekiyordu. Tanıdıkları yaşlanmış, yaşıtları olgunlaşmış, yeni nesiller türemişti. Akrabalarını tanımakta zorlanıyordu. Her öpüştüğü kişiyi tanıtıyorlardı ona. O hep yan gözle Aysel’in yaşlı gözlerine bakıyordu. Nihayet tanışma-görüşme faslı bitti. İki teyze kızı yan yana oturdular, yine ellerini tuttular birbirlerinin.

Yanlarına üç yaşlarında, uyku mahmurluğunu henüz üzerinden atamadığı gözlerlerinden okunan, yanakları elma kırmızısı, güneş yanığı teninin gergin dolgunluğu ile dalından düşmek üzere olan şeftaliyi andıran, çekingen bir kız çocuğu geldi ve Aysel’in eteğine yapıştı.’’Bu da benim tekne kazıntısı ‘’dedi kırılgan bir sesle Aysel. -Bu sonuncu çocuğu, evliliğini kurtarırım ümidiyle yapmıştı-Minik kız, her ikisine de şaşkın bakakaldı. Hâlâ ağlamanın etkisi üzerindeydi iki eski arkadaşın. Yavaş yavaş, ürkek başlayan sohbet, koyulaştıkça sakin bir köşeye çekilme tutkusu sarıyordu onları.

Herkesin dikkatinin başka bir yöne kaydığı bir anda, yine eski günlerin alışkanlığı ile ıssız bir odaya çekildiler. Nargülü, Aysel’e bunca yıl neler yaptığını sordu. Büyük kızını evlendirmiş ancak çok fazla görüşemiyorlarmış. Oğlunun biri lise sona, biri de sekizinci sınıfa gidiyormuş. Kocasına gelince, eşinden ayrılan bir kadına tutulmuş, bir ara ortadan kaybolmuş onunla. Üstelik bu kadın, kızlarının ilkokuldan arkadaşıymış.

’’Önceleri çok zoruma gidiyordu ama sonraları kabullendim. Ne yapabilirdim, bu kadar çocukla annemin evinde barınamazdım ki. Babam o kazada ölmeseydi, belki. Annem de zaten evlendirdiği kardeşimin yanında kalıyor. Kadını kabullendiğim, beraber yaşamaya razı olduğum haberini gönderince eşim tekrar eve döndü, evimize bir oda daha ekleyip o kadınla beraber yaşamaya başladık. Ona da acıyorum, herkesin, hatta ailesinin bile dışladığı biri olmak daha da zor, üstelik o da benim gibi bir kadın.

Önceki evliliğinden bir kızı var, aynı köyde yaşamasına rağmen görüştürülmüyor, bir de ben kabullenmezsem, bir zamanlar benim yaşamış olduğum çıkmazın içine düşecek. Kocamdan hamile kaldı. Doğumda sabaha kadar sancı çekti. Kocam bile ilgilenmedi, sonunda dayanamayıp gittim ve doğumunu yaptırdım. Bir görseydin, küçücük bir kız bebek, ellerimde ağlayarak hayat buldu. Başka türlü davranamazdım. Benim de babasına bu evlilik yüzünden kırgın olan, o öfkeyle ilk gelen dünürcüye evden bir an önce kurtulmak için “evet” diyen kara yazgılı bir kızım var. “Ama yazgısı, şu yeni doğan bebeğin yazgısından daha kara değildir elbet” diye düşündüm. Bağrıma bastım, annesinin uyuduğu bir vakit ve bir başkasının kara yazgısı için ağladım ilk kez.

Kocam, kendini affettirmek istercesine bana, çocuklarına çok iyi davranıyor fakat ben hep bana yapılan haksızlığı sindirememenin zorluğunu yaşıyorum. Sana anlattıklarımı hiç kimseyle paylaşamamam da cabası. İşte böyle bacım.’’dedi. Nargülü’nün hüzünlü ifadeyle ona bakışını sürdürmesi, biraz sonra tekrar bir ağlama nöbetinin ikisini de saracağının habercisiydi. Aysel, teyze kızını yeterince üzdüğünü düşündü.’’Benden bu kadar, sen neler yaptın bakayım, biraz da sen anlat. Ben bu kadar konuşmaya alışkın değilim, yoruldum’’ diyerek konuyu değiştirmek istediği Nargülü’nün dikkatinden kaçmamıştı. Yine de Aysel’in bu kadar üzüldüğü konuyu kapatmak istemesini hoş gördü. Burukça gülümsedi sadece. Konuşmasına izin vermiyordu gırtlağına yapışan o şey. Gözlerini kaçırmadan ona bakmakla yetindi.

Yine Aysel bozdu sessizliği.’’Öğretmen olduğunu duydum, keşke burada olsan, bizim çocukları sen okutsan. Ablan, üniversiteye giden çok güzel bir kızın olduğunu söyledi-Nargülü’nün ablası bu kasabada oturuyordu, Aysel’le de zaman zaman görüşüyorlardı-Sen bari evliliğinde mutlu olduğun için memnunum, kıskandığımı sanma. Keşke... Keşke herkes mutlu olabilse kocasıyla...(gülümseyerek) Benim çok güzel olduğumu düşünür, gıpta ederdin. bunu hep hissederdim.-biraz sustu- Oysa şimdi yan yana dursak, beni senin annen sanırlar.Biz de eğer sizinle ailece göç etseydik Ankara’ya, yaşantımız ne kadar değişik olurdu kim bilir?...Yan yana olsaydık, akıl alabileceğim, dertleşeceğim sen olurdun en azından.”

Bir figan, kopardı ikisini de bu hüzünlü ortamdan. Çocuklar, bir meydan savaşı yaparcasına birbirlerine girmişler, koşuşup duruyorlardı. Aysel’in küçük kızı, can havliyle odaya daldı.’’Anne, şekerimi alıyorlar elimden’’diye kendisini yırtarcasına böğürüyordu. İki teyze kızı çocukça yapılan bu kavgaya katıla katıla gülüyorlardı şimdi. Belki de kendi çocukluklarında yaptıkları ve şimdi çok anlamsız gelen kavgaları anımsayarak. Odadan çıktılar hep birlikte. Salonda, bu çocuk savaşına aldırmayan hummalı köy dedikoduları yapan kadınlar, onların geldiğini fark etmediler bile. Çaylar içildi, misafire özenle hazırlanmış börek ve çörekler yenildi... Zaman, kafesinin kapısı açık unutulmuş bir kuşun uçuş hızında ilerledi. Dışarıdan gelen korna sesiyle birlikte çocuklar, yem bulmuş sığırcık sürüsü içgüdüsüyle pencerenin kenarına üşüştüler yine. Aysel’in kocası gelmişti.

İçeriye girmeden dışarıda onları bekliyordu hazırlanmaları için.’’İnsan içine çıkmaya yüzü yok ki gelsin’’dedi Aysel’in annesi damadı için.’’Köpoğlusu!’’

Yine ayrılık vakti… Israrlara rağmen o gece orada kalmaya razı olmadı Aysel. Teyzesinin kızıyla kucaklaştı. Kim bilir, bir daha nerede, ne zaman, ne durumdayken görüşeceklerdi? Bu bilinmezlik rüzgârı eserken içinde, geriye çekilip, ama kollarından tutmayı sürdürüp, yutmak istercesine sevgi akan bu gözlerin sıcaklığına ve Nargülü’ne doyasıya baktı.’’Allahaısmarladık’’dedi dokunaklı ve usulca.’’Allahaısmarladık. Keşke hep yan yana olsaydık, eski tatil günlerimizdeki gibi. “

Aysel, çıkıp arabaya binene kadar bakakaldı ardından Nargülü. Yine o ayrılık kokusu, burnunun direğini yaktı. Trajik bir filmden çıkan insanların ağırlığı vardı üstünde.’’Keşke hiç gelmeseydim. Hep aklımda o eski Aysel’in görüntüsü olurdu, bir insan yıkıntısınınki değil’’ diye düşündü. Şimdi, yüklendiği bu hüzün hep onunla olacaktı bundan böyle belki de. Kendi yaşamında, yağmak istemeyen bir bulut gibi taşıyacaktı onu. Gözlerini yakın mesafelerden ayırıp ufuklara baktığında orada hep Aysel’i görecekti. Bu iki can dostun, çocukluğundan kalan yağmur yüklü bulutlar, bir sağanak şeklinde yanaklarından aşağıya, yüreklerinde korlaşmış yangının küllerini yok etmek ister gibi göğüslerinin üzerine yağmaya başladı. İki kadının, çocukluğunun mis gibi toprak kokusunu alıp uzaklara götürmek için bir fırtına koptu dışarıda. Çocuklar, çığlık çığlığa balkondan içeri kaçıştılar. Pencere camları birer birer örtüldü. Rüzgârın sert kanatları, pencere pervazlarına çarparak alamadıkları hüzün kokusuna hayıflanır gibi ıslık çalarak geri döndüler. Başka hüzünleri yüklenmek için evlerin arasında bir dedektif titizliğiyle uğuldadılar.

Nargülü, odanın içinde birbirlerini kovalayan çocuklara imrenircesine baktı. Kim bilir, hangisinin seçimi nerelere sürükleyecekti bu yavrucakları. Kim bilir, kaç tanesi çocukluğundan kalan yağmur yüklü bulutları nerede ve ne zaman yeryüzüne indirecekti.