Çaresizlik/Oğuz Kartal

“İsmim Gulelek” dedi kendisine karton bardakta çay uzatan hasta yakını kadına.

“Baban mı?” diye sordu, gözlerinden uyku akıyordu yorgun kadının.

Türkmenistan’dan iki sene önce geldiğini, bir seneye yakındır da elden ayaktan düşmüş yaşlılara hasta bakıcılık yaptığını uzun uzun anlattı, meraklı gözlerle kendisine sorular soran, hastanenin palyatif servisinde tanıştığı refakatçi kadına.

“Yalnız mı yaşıyorsun, bir hısım akraban yok mu?”

“Eşim var, Üsküdar’da bir lokantanın mutfağında çalışıyor. O zaten yıllardır buradaydı, yılın en fazla on günü görürdüm evlendik evleneli. Ben de geleceğim seninle, dedim, annem babam da ölmüştü zaten evvelsi yıl, bir başıma kalmıştım. Bu işleri de kocamın bir arkadaşı var, o ayarlıyor.”

Refakatçi kadın Gulelek’in anlattıklarını can kulağı ile dinliyordu, hasta kocasının ağzını bıçak açmadığı için bir yudum sohbete hasret kalmıştı, neşeli de kızdı karşısındaki, belli ki çok zorluk çekmişti; annesi, babası, kocası değildi baktığı hastalar, insanın yakınlarına refakat ederken bile canı çıkıyordu, yedi kat yabancının altını almak kolay olur muydu?

Gulelek içten içe geldiği güne lanet ediyordu ya söylemeye de çekiniyordu, kalsa ne fark edecekti? Bunu da sormuştu kendisine, orda da hemen her gün yalnız bir kadın olmanın zorluklarını hissetmişti.

Evvelsi gün Gulelek’in halinde bir terslik vardı. İlk günler hastanede neşe saçan kadın sabahtan beri gözleri kıp kırmızı burnunu çeke çeke koridoru bir baştan bir başa ne yapacağını bilmeden yürüyordu.

“Gel kızım hava alalım açılırsın.” dedi meraklı kadın, nefes almakta zorlanan Gulelek söylenene itiraz etmedi. Hastanenin bahçesinde bir akasya ağacının gölgesine oturdular. Gulelek uzaklara bakıyordu, ağzını açacak gibi değildi. Yaşlı kadın kendisinden beklenmeyecek çeviklikle oturduğu yerden kalktı, geliyorum dercesine eliyle bir hareket yaptı, Gulelek kadının varlığını dahi unutmuştu. İki dakika sonra elinde tepsi ile geri geldi yaşlı kadın, tepsinin üzerinde karton bardakta çaylar vardı. Çaydan çok her şeye benziyordu, iki yudum alan hasta yakınlarının iç sesi: hastaneye düşenlere Allah yardım etsin diyordu.

Kızına benzetmişti karşısında ağlamaklı duran genç kadını, beş sene vardı görmeyeli kızını ama ne kadar değişmiş olabilirdi ki? Daha çok meraklandı, anne yüreği kabardı, Gulelek’i sahipleniverdi birden. Önce havadan sudan açtı bahsi, sonra kocasının durumunu anlattı; yok, kız duymuyordu, dinliyordu ama anlamıyordu. Kendi kızından bahsetti en son.

“O da gurbet ellerde.” dedi.

Gözleri bulutlanmıştı bu sefer, dokunsalar ağlayacaktı. Sıla özlemi Gulelek’i sarstı, gözleri açıldı. İki kadın göz göze geldi.

“Anlat kızım senin derdin ne?”

Anlatmaya utanıyordu, nasıl anlatılırdı bu, altını aldığım adam bana niyetlendi nasıl denirdi? Karısı, kızı, oğlu hastane köşesine bırakmış bir adam canıyla uğraşırken böyle bir şey yapabilir miydi?

“Anne.” Gulelek yaşlı kadınlara anne diye hitap ederdi.

Çok zaman olmuştu yaşlı kadının anne lafını duymayalı.

“Anlat kızım.” dedi.

“Baktığım yaşlı adam var ya.”

“Var kızım.”

“Ördeği altına koyduğumda, sen tut, dedi.”

“Neyi kızım?”

“Şeyini.”

Kadın başta anlamamıştı, nasıl anlayabilirdi ki o halde bir adamın kendisine bakan kadını istismar edebileceğini?

“Nasıl yani?” dedi, kan beynine çıktı birden, vay orospu çocuğu, dedi içinden.

“Karısını aradım.”

“Ne dedi?”

Gözleri doldu Gulelek’in.

“Yaşlı başlı adam öyle iş olur mu, zor geliyorsa biraz daha fazla para vereyim, dedi.”

Mevzu ortadaydı; belli ki adam her hasta bakıcıya aynısını yapıyordu, karısı da farkındaydı olan bitenin.

“Ne yapacaksın kızım?”

Kızın derdi de oydu ya; ne yapacağını bilmiyordu, kocası bu ay herkesten çok çalışıp herkesten az kazandığı parasını daha alamamıştı, boynu bükük işe gidip geliyordu, Gulelek’in getireceği üç kuruş can suyu olacaktı.

“Bilmiyorum anne.” dedi.

Şikâyet etse kime edecekti, işi bıraksa nereye gidecekti? İnsanı en çok üzen şey de buydu işte; çaresizlik…