Sema Kaygusuz’un 'Yüzünde Bir Yer' Romanının Bir Hermeneutik Terimi Olan ‘Ufuk Kaynaşması’ Bakımından İncelenmesi/Mehmet Doruk Kandemir

*Hacettepe Üniversitesi / Yeni Türk Edebiyatı / Doktora

Hermeneutik bir anlam bilimi olarak Batı eleştirisinde özellikle 20. Yüzyılda yaygınlık kazanmış kuramdır. Kendi içinde birçok terim barındıran hermeneutiğin en belirgin ıstılahlarından biri ise “ufuk kaynaşması”dır. Hermeneutiğe ayrı bir veçhe kazandıran Gadamer, insanların bir şekilde “tarihsel etkiye” sahip bir bilinçle belirli bir tarih ve kültür anlayışına gömülü olduklarını savunur. Bir metni yorumlayabilmek için ayrıca tarihsel arka planını da bilmek gerekiyor. Gadamer, sağlıklı yorumlayabilmeyi, bulunduğumuz nokta ve metindeki “ufuk kaynaşması” metaforu üzerinden yürütür. Anlama üzerine görüş bildirenlerin büyük çoğunluğu yanlış bir şekilde, yorumlayan öznenin yorumlanacak nesneye “objektif” yaklaşması gerektiği gibi bir anlayışı dayatırlar. Gadamer ise yorumlanacak yapıta önyargısız olarak yaklaşmanın mümkün olmadığını öne sürer. (Aslında önyargı olması gereken bir durumdur.) Bazen yorum yaparken farklı iki ufuk karşılaşarak/kaynaşarak ortak bir yoruma etki edebilen yeni bir yorum formu da oluşturabilirler. Açıklayalım: örneğin bir roman. Romanın yazar tarafından anlatmak istediği şeyler, onda zaten bulunur. Fakat okuyucu, belki de yazarın amaçladığının tam dışında bir bilinçle romanı okur. İşte burada devreye giren, okuyucunun “ufkudur”. Okuyucu, kendi beklentileri ve önyargısıyla romana kendisini açar ve orada yazarın ufkunu bulur. Sorgular, çatıştırır, anlamaya çalışır ve sonunda iki ufuk karşılıklı birbirini değiştirmek, genişletmek, anlamak amacıyla ortak bir ufuk haline gelir. Önyargının komplekssiz ve sorgulayıcı gücü sayesinde “ufukların kaynaşması” gerçekleşmiştir.

Ufukların kaynaşmasına başka bir yönden tanımlayacak olursak, yazarla okurun aynı irtifada olması demektir. Örneklerle açıklayalım, modernizmin getirilerine veya götürülerine tarihsel, felsefi veya sosyolojik anlamda yorum getiremeyen birisinin Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur romanını hakkıyla anlama ve zihninde temellendirme ihtimali yoktur. Veyahut Tanpınar’ın kimilerine göre gezi yazısı kimilerine göre deneme türünde olan eseri Beş Şehir’e bakacak olursak şehir mimarisi terimlerinden ve şehirler tarihinden habersiz olan birinin bu eseri hakkıyla idrak etmesi güçtür. Hermeneutik de temel bir anlama etkinliği olduğu için “ufuk kaynaşması” meselesi önemlidir.

Sema Kaygusuz’un Yüzünde Bir Yer adlı romanı da bu türden bir incelemeye değer niteliktedir. Roman tarihi bir hadise olan Dersim Olayları’nın insan ruhu üzerindeki tesirini derinlemesine işlemektedir. Buna bir salt bir tarihi mesele olarak bakarsak zihnimiz bizi bu minvalde yazılmış birtakım akademik tarih kitaplarına yönlendirecektir. Her ne olursa olsun ne kadar da bilimsel bir bakışla yazılırsa yazılsın hangi tarih kitabında işlenirse işlensin bu hadiseye yüzde yüz objektiflikle kimse bakamaz. Devreye kişinin siyasi görüşü, yetiştiği sosyolojik yapı, bulunduğu cemiyetin düşünsel tazyiki girer. Edebi eserde ise zaten objektif olmak gibi bir kaygı yoktur, olamaz. Meseleye ufuk kaynaşması cihetinden bakarsak anlatıcıyla ufkumuzun kaynaşmasını istiyorsak bu olayla ilgili tarihsel zeminin zihnimizde kurulmuş olması gerekmektedir. Bunun yanında Alevi-Bektaşi öğretisi ile ilgili birçok kavram da olay örgüsü içinde anlatıcı tarafından hikayeleştirilerek nakledilir. Ufuk kaynaşması meselesinde okurun bilmesi gereken en önemli nokta Alevilik öğretisidir. Alevilik, Türkiye'de Sünnilikten sonra en fazla mensuba sahip olan İslami bir itikadi mezheptir. Bu mezhebin mensupları Aleviler olarak adlandırılır. Alevilikte, Muhammed'in son peygamber olduğu, Ali'nin ise Velî’liği (İmâmlığı) esastır. Sünnilikteki Allah-Muhammed-Dört Büyük Halife sıralamasından farklı olarak, Onikicilik i'tikadının da temelini teşkil eden Hâkk-Muhammed- Ali sıralamasını, Ehl-i Beyt ve On İki İmam sevgisini esas alan inançtır. Alevilik, Hâkk- Muhammed-Ali üçlemesiyle Ehl-i Beyt, ve Oniki İmamları önemseyen Câferiyye Şiiliği ile ortak noktalara sahip olan bir yoldur. Alevilik’te incelenmesi gereken asıl inanç Vahdet-i Vücud veya Varlık birliği’dir.


Bu temel bilgileri edinen okuyucu, Dersim Olayları’yla ilgili de tarihi bilgiye sahip olmalıdır. Dersim İsyanı veya Dersim Katliamı, Dersim'de 1937-38 yıllarında merkezi Türk hükumetiyle Dersim aşiretleri arasındaki anlaşmazlıklar sonucu yaşanan olaylara verilen isim. Dersim'de mutlak devlet hakimiyetini sağlamak için Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından harekât düzenlendi. Harekât neticesinde, kimi kaynaklara göre bölgede yaşayan 13.160 kişi ile 110 asker öldü ve 12.000'e yakın insan zorunlu göçe tabi tutuldu. Hukukçu yazar Hüseyin Aygün, Dersim Harekâtı ve sonuçları hakkında bugüne kadar yapılmış en kapsamlı bir araştırma olarak nitelendirilen Dersim 1938 ve Zorunlu İskân adlı kitabında, isyanın açıkça kışkırtılarak çıkarıldığını, Cumhuriyet dönemi ayaklanmaları içerisinde sivillere yönelik eziyetin ve kıyımın en şiddetlisine uğradığını, ardından da isyancılarla beraber aileleri ve hatta isyana iştirak etmeyenlerin eziyete ve kıyıma maruz kaldığını, binlerce sivil vatandaşın öldürülmüş ve kalan on binlercesinin de sürgün edilmiş olduğunu belirtmiştir. Bölgeden Ankara'ya gönderilen raporlarda kadın ve çocuklar dahil olmak üzere insanların zehirli gaz ve yangın bombaları kullanılarak imha edildiği yazılmaktadır. 30 Mart 1937'de, Tunceli Valisi Abdullah Alpdoğan'ın Başbakanlığa yazdığı yazının 2. maddesinde şu yazı geçmektedir: "Tayyare Alay Kumandanından yangın ve Millî Müdafaa'dan yakıcı ve boğucu gaz bombaları istedim." Askerî harekât, her ne kadar bazı aşiretleri sürgün etse de, harekât 1938 yılının sonuna doğru sona ermiştir.

Hızır ve Zülkarneyn’in hikayesi roman boyunca bölümler halinde anlatıcı tarafından doğal bir tonda anlatılır. Romanın başında akla Karl Marx’ın şu cümlesi geliyor: “Anlatılan senin hikayendir.” Bu cümle aslında edebiyata ve sanata dair içinde çok şey barındırıyor. Özellikle içinde tahkiye barındıran türler için bu cümlenin mahiyeti önemlidir. Anlatılan şeyler aslında umuma yayılır ve bizim hikayemizdir. Dersim Olayları’nı içeren bu eserde de aslında herkes kendi hikayesinin okur, kendine göre zihninde bir zemin oluşturur. Romandaki anlatıcı ise aslında ikinci bir öznenin hikayesini kendi meşrebince anlatır. Hıdır veya Hızır, Türk ve Ortadoğu mitolojisinde saygı gören kişi olarak kabul edilir. İsmi Tevrat, Zebur ve İncil'de farklı isimlerle anılır. Bu yüzden kutsal kitabı olan bütün dinlerde bir nebi yahut mumin olduğu düşünülür. Çeşitli versiyonlarda o, İbrahim, İranlı mitolojik Kral Feridun, Makedonyalı Büyük İskender veya Türk mitolojisinde olduğu gibi (hıdrellez) İlyas ile birlikte anılır. Ortak noktaları; ölmüş balığın dirilmesi, iki deniz veya nehrin birleştiği yer, gizli bilgiler (hikmet), ölümsüzlük sırrına ulaşmış karakterlerden oluşur. İsminin, Belyâ bin Melkan, künyesinin Ebü'l-Abbâs olduğu ve soyunun Nuh'un Sam isimli oğluna dayandığı bildirilmiştir. Bazıları da Hızır'ın İsrâiloğullarından olduğunu söylemiştir.

Hızır; Türk, İslam ve Ortadoğu inançlarında peygamber olması muhtemel kişiler arasında sayılır. Hıdır veya Kıdır olarak da söylenir. Zor anlarında insanların yardımına koşar, başkalarının kılığına bürünebilir, olağanüstü özellikleri olan bir peygamber olarak düşünülür. Ölümsüzlüğe ulaştığı söylenir. Dua ettiğinde veya verdiği bir elma yenildiğinde kısır kadınların çocuğu olur. Bilgelik ve hikmet sahibidir. İnsanlara yardımcı olan kutlu bir kişidir. Başı sıkışan iyi insanların yardımına koşar. Kuran'da adı doğrudan geçmez. Peygamber olduğu da belirtilmez fakat bu yönde işaretler vardır. Örneğin Kuran'ın Kehf Suresi'nin 65. ayetinde genç Musa'ya tanrı tarafından yol gösterici olarak gönderildiği anlatılan bilge kişinin Hızır olduğu düşünülür. Hızır Ölümsüzlük suyunu içtiği için ölüp yeniden dirilebilir. Elbiseleri yeşildir. Bu anlamda doğayı simgeler. Hızır Ata da denir. Havada dolaşır, su üstünde yürür. Kılıktan kılığa girebilir. Doğadaki varlıklara söz geçirebilir. İnsanlara göründüğünde kendini tanıtmadığı müddetçe kimse onun gerçek kimliğini bilemez. İnsanları sınavdan geçirir, bazen bir derviş, bazen bir yoksul kılığına bürünür. Aç olduğunu söyler, iyilikle karşılık verenleri ödüllendirir, tam tersine kendini kovup açlığını gidermeyenleri cezalandırır. Türk mitolojisinde savaşlarda kurt kılığına girip öndere veya komutana görünür. Yaraları iyileştiren ilaçlar yapar veya içeriklerini tarif eder. Bazen kör olarak tarif edilir ama göze ihtiyacı yoktur, çünkü o kalp gözüyle her şeyi görür.

Zülkarneyn, İslam dininin kutsal kitabı Kur'an'ın Kehf Suresi'nde geçen bir kişidir. Peygamber olup olmadığı tartışmalıdır. Kendisiyle ilgili anlatı Ye'cüc ve Me'cüc'ü de içerir ki bu bağlamda benzeri anlatılar Tanah'ta da bulunur. Ye'cüc ve Me'cüc'ü engellemek için bir set inşa ettiğinden söz edilir. Hangi çağda yaşadığı belirtilmemiştir. İsmin analizi[değiştir | kaynağı değiştir]

Zülkarneyn kelimesi Arapçadır. Zü, tanımlık (e)l ve karneyn kelimelerinin birleşmesinden meydana gelmiştir. Zü, sahip ve mâlik demektir. Karn ise boynuz, perçem, tepe, zaman, güneş anlamlarına gelir. Karneyn, karn'ın tesniyesi yani iki tanesi demektir. Buna göre Zülkarneyn kelimesi iki boynuz sahibi şeklinde tercüme edilir.

Zülkarneyn karakterini, kelime anlamının çift boynuz sahibi olması nedeniyle (çift boynuzlu miğfer takan) Büyük İskender'e veya Ebu'l Kelam Azad, Muhammed Hüseyin Tabatabaî ve Nasir Mekarim Şirâzî gibi tefsir âlimleri tarafından ve bâzı Hıristiyanlarca Büyük Kiros'a atfedilir.Türkiye Diyanet Vakfı'nca hazırlanan İslâm Ansiklopedisi'ndeki Zülkarneyn maddesi, ünlü tefsirci Prof. Dr. Mustafa Öztürk tarafından kaleme alınmıştır. Zülkarneyn hakkında çok ayrıntı ve derinlemesine bilgi içeren araştırmalardan biridir. Kur'an'da kimlik tanımı flu çizgilerle yapılmış efsanevî bir komutan veya kral olduğu anlaşılan Zülkarneyn’in demir işlemeyi bildiği göz önüne alındığında Demir Çağı'ndan sonra yaşadığı anlaşılır. Sınırları doğu ve batıda olabilecek en geniş noktalara ulaşan bir devlet veya hükümranlığın başını temsil ediyor. Başarılarının büyüklüğü, kendisini Tanrı’nın desteklediği efsanesinin yerleşmesine yol açıyor. Başında savaşlarda kullandığı çift boynuzlu kaska atfen Zülkarneyn (çift boynuzlu) ifadesi kullanılıyor. Hikâyenin buraya kadarki kısmı Büyük İskender ile uyumlu gözüküyor ve Kur'an yorumcularının çoğu Zülkarneyn’in İskender olduğu sonucuna ulaşıyor. Ancak hikâyenin diğer parçaları başka coğrafyalardan derlenmiş unsurlardan oluşuyor. İskender’in demir kitleleri ile inşâ ettiği Zülkarneyn Seddini inşa edenin kimliği, seddin harcı ve kimlere karşı (Ye'cüc ve Me'cüc) yapıldığı göz önüne alındığında yorumcuların aklını karıştırıyor ve Büyük İskender için sonu olmayan kimlik arayışlarına, hatta onun Muhammed'in kendisi olduğu iddialarına yol açıyor. Kur'an'ın Kehf Suresi'nin Orhun Yazıtları ile olan birebir benzerliğine dayanarak Zülkarneyn'in Bilge Kağan veya antik çağda yaşamış bir başka Türk komutan veya Oğuz Han olduğu da iddia edilir. Türk efsanelerinde Türk hakanının gökten bir ağaç kovuğuna inen kızlarla evlenmesi, Türk adı ile kurulan ilk devletin uzayla ilgili bir ad ile kurulması (Göktürkler), bir efsanede dağa bakır dökülerek kapatılması ve bir müddet sonra körüklerle eritilmesi ve yolun tekrar açılması, kadim Orta Doğu kazılarında şaşırtıcı şekilde bu kültüre ait izlerin bulunması, Muhammed'den nakledilen hadislerin bulunması gibi hususlar bu son iddiayı güçlendirmektedir. Yorumlarında çağdaş unsurları kullanan bâzı modernist yorumcular ise onun gezegenler arası seyahat yapabilen bir zaman yolcusu olduğunu ileri sürebilmektedirler.

Romanda ise anlatıcı Hızır ve Zülkarneyn ile ilgili olan bölümleri şu şekilde nakleder: Bir İbrani kralı ve Tanrı’nın kahini olan Melkisedek, onun binbir güçlükle karısı yaptığı Eliha, oğulları Hızır ve Zülkarneyn’in hikayesi ise eser boyunca pasajlar halinde anlatılır. Hızır asıl olay örgüsünde de büyük yer tutar. Mesela göçün küçük madurlarından olan Bese Hızırla karşılaşır ve sırra kadem basar. Asıl konumuza dönecek olursak: Kendine aşık ettiği her erkeği adeta deli divaneye çeviren Eliha’nın kapısında azap verici kudretiyle tanınan Melkisedek de kul köle olur. Sonunda Eliha’ya sahip olur. Çocukları olmayan çift, ünlü bir kahinin çocuk yapma sırrına vakıf olurlar ve o gece Hızır ve Zülkarneyn Eliha’nın rahmine düşer. Hızır suskun, munis, ağırbaşlıdır; Zülkarneyn ise dediğim dedik, kavgacı bir çocuktur. Bu iki karakter arasındaki ayrım romanda ustalıkla verilir. Bu minvalde bir ufuk kaynaşması olsun isteniyorsa Tevrat’a ve Kur’an-ı Kerim’de bulunan Kehf Suresi’ne bakılmalıdır. Okuyucu hikayenin sırrına vakıf olmak istiyorsa bu ikisini yerine getirmelidir.

Anlatıcı bu hadiseyi anlatırken tabiatta bulunan birtakım unsurların kültürel ve mitolojik mahiyetlerini derin bir şekilde okuyucuya aktarır. Bunlardan en önemlisi incir ağacıdır. Hikayesi anlatılan kişi tutulan evin bahçesinde bulunan incir ağacına Zevraki adını verir. İncir ağacı farklı milletlerin mitolojilerinde bereketin, bilgeliğin sembolüdür. Burada anlatıcı okurları adeta kendi ufkuna çekmek istercesine incir ağacının farklı kültürler için ne ifade ettiğini anlatır:

Diğer bir pasajda ise incirin Acem kültüründeki karşılığı şu şekilde işlenmiştir:

“İncire ad veren Aramiler, tin anlamına gelen İdra sözcüğüyle şeylerden ayırıyorlar onu. İncire ‘tin’ denildiğinden beri bütün büyük serüvenler onun önünde yaşanıyor. Öyle ki İbranicede irfanın biricik sembolü olan bu ağaç, İdra’nın harflerindeki derin anlamlarla ağacın kendisinden daha ağır, daha görkemli bir hikmete kök veriyor yavaş yavaş.”

“ Gel gör ki Farsçadaki Ancir adına ulaşınca ister istemez biraz gözden düşüyor. Ancir’in anlamı, delmeye, oymaya denk düşüyor çünkü.”

İncirin etimolojik ve mitolojik karşılıklarının verilmesinden daha önemli bir şey varsa o da incirin olay örgüsündeki yeridir. İncir ağacı anlatılan kahraman için umudun sembolü olmuştur. Söz konusu yıkımdan sonra adeta onun tutunacağı bir tabiat unsuru haline gelmiştir.

Romanın 79. sayfasından alınan şu pasaj, bize Platon’un mağara metaforunu hatırlatıyor:

“ Mağara nasıl da geriletiyor insanı. Yalnızca içsel olarak değil, bedensel olarak da geriletiyor. Orada uyumak bir hayvanın uykusunda uyumak gibi. Mağara ağzındaki kar yüzeyinin her çatlayışında bir hayvan çevikliğiyle irkiliyorsun. Bütün duyumlar güçleniyor. Her şeyi işitmeye, duyduğun bütün kokuları katman katman ayırmaya başlıyorsun.”

Platon, “Devlet” adlı kitabının VII. bölümünde geçen benzetmesini şöyle anlatır:

“Yer altında bir mağara tasarla. Mağaranın kapısı bol ışıklı bir yola açılıyor, ama mağarada oturan insanların kolları, boyunları ve bacakları zincirlerle bağlanmış, sırtları da ışığa çevrilmiş; öyle ki sadece karşılarındaki mağara duvarını görüyorlar, başlarını arkaya çeviremiyorlar, kendilerini bildikleri andan beri de burada böylece oturmaktalar. Düşün ki, sırtlarının arkasındaki ışıklı yoldan bir sürü nesne geçiyor, ışık bu nesneleri mağaranın duvarına yansıtıyor. Şimdi bu adamlar sadece mağaranın duvarına yansıyan hayalleri görebilirler, o hayalleri meydana getiren gerçek nesneleri göremezler, değil mi? Demek ki, bu adamlar birbirleriyle konuşabilselerdi duvarda gördükleri hayallere bir takım adlar vereceklerdi, çünkü bu hayalleri gerçek sanmaktadırlar. Bu adamların gözünde gerçeklik, asıl gerçeklerin duvarda yansıyan hayallerinden ya da gölgelerinden başka bir şey değildir. Şimdi bu adamlardan birinin zincirlerini çözüp ayağa kalkmasına ve başını asıl gerçekliklere çevirmesine izin verelim. Gözleri bol ışıktan kamaşır ve asıl gerçeklikleri göremezdi, değil mi? Dahası, kamaşan gözlerini yeniden duvara çevirirdi ve duvardaki hayallere rahatlıkla bakardı. Ama gözlerini yavaş yavaş alıştırarak asıl ışığın kaynağına da pekala bakabilirdi. İşte o zaman arkadaşlarıyla gördüğü şeylerin birer hayalden ibaret olduğunu, asıl gerçeklerin şimdi gördükleri olduğunu anlayacaktı. İşte, sevgili Glaukon, gözümüzle gördüğümüz bu dünya o mağaranın duvarıdır, arkasındaki ışığa bakabilen insan da duyu gözünü akıl gözüne çeviren bilgedir...” Platon’un mağara metaforunu anlamadan ilgili bölümle ufkumuzun kaynaşması zor gözükmektedir.

Bu romanı ele alırken sürgün veya göç durumunu psiko-sosyal açıdan da tahlil etmek gerekmektedir. Bir toplum kendini başka bir toplum karşısında zarar görmüş ,aciz, çaresiz ve mağdur görüyorsa doğal olarak bu olayı geleceğe taşıyor. Travma atlatılana, süreç tamamlanana kadar bu olay nesiller arasında aktarılarak ve çeşitli şekillerde canlı tutularak geleceğe taşınıyor. Yeni nesiller bir önceki neslin istenmeyen sorunlu parçaları için bir rezervuar haline geliyor. Yetişkinler aktarımı her zaman bilinçli olarak yapmıyorlar. Sözsüz iletişim kaynaklarından ya da aile geçmişinin aktarılması sırasında farkında olmadan aktarılan zihinsel imgelerle çocuğa “Benim yerime yapamadığımı yap , ben haksızlığa uğradım sen bunu tersine çevir, sen benim olamadığım şekilde girişken ol kendini koru ve hakkını savun, kurban olma durumumuzu değiştir, bana uygulanan haksızlığı gider, yaşadığımız travmayı tamir et” mesajları veriliyor. Romana eğer bu veçheden de bakarsak bir anlam zenginleşmesi yaşarız.