SADRİ ERTEM’İN ÇIKRIKLAR DURUNCA ADLI ROMANINDA TOPLUMCU GERÇEKÇİ ALGI/Canan UĞURDAĞ*

*Bu inceleme yazarın "folkloredebiyat" dergisinin 2019 yılı sayısından alınmıştır.

Özet

Edebiyat ve felsefe her zaman birbirini besleyen iki kaynak olmuştur. Felsefenin ideolojiye dönük yüzü ise tezli olarak ifade edebileceğimiz edebî metinlerde kendisine yer bulmuştur. Felsefî ve ideolojik arka plânı sosyalizme dayanan Toplumcu Gerçekçilik ise edebiyatta kendisine önemli bir yer edinmiştir. Bu çalışmanın ilk bölümünde toplumcu gerçekçi algının tarihsel arka plânı ve özellikleri anlatılmıştır. İkinci kısımda ise Türk edebiyatında toplumcu bakış açısını en iyi yansıtan örneklerden biri olarak kabul edilebilecek, Sadri Ertem’e ait Çıkrıklar Durunca adlı eser tanıtılmıştır. Ayrıca bu kısımda roman içerisinden, toplumcu gerçekçi bakış açısının edebî eserdeki yansımalarına dair örnekler de verilmiştir.

1.Edebiyat, Fikir ve Algı

“Filozof olsa da olmasa da insân için kudret-i îcad, yokdan var etme kâbi- liyyeti değil, var olan şeyleri kendi üslûbunca te’lîf etmek hüneridir.” diyerek filozof olsun olmasın insanın icat etme yetisini yoktan var etmede değil, var olanı kendi üslubunca şekillendirmekte arayan Rıza Tevfik, aynı zamanda “düşünme”, “fikretme” özelliğinin sadece filozof olana değil tüm insanlara ait olduğuna da vurgu yapar. Böylelikle felsefenin fonksiyonunu da açıklamış olur.

Bugün bizim kullandığımız felsefe kelimesinin, Yunanca philosophia sözcü- ğünden geldiği doğrudur. Birleşik bir sözcük olan Philosophia, “philia” ve “sop- hia”nın anlamlarının birleşmesiyle oluşmuştur. Bunlardan ilki sevgi, ikincisi ise bilgelik, bilgi anlamına gelmektedir. Bundan hareket ederek felsefenin – philiasophia’nın- bilgeliği ve bilgiyi sevme anlamlarını taşıdığı söylenilebilir. Başka bir yorumla, “Philosophia durup dinlenmeden bilgiyi, doğruyu arama işidir. Dü- şünme ile olsun, deney ile olsun, burada varılmak istenen şey: doğru’dur, hakikattir. Felsefe, doğru’ya varmak ister, bunun için uğraşır; eldekilerini bu amacı bakımından boyuna ayıklar, eleştiren bir süzgeçten geçirir. Kısaca, philosophia bilgiyi sevmedir, ona varmak özleyişiyle yoluna bir düşmedir, onu elde etmek için bir çabadır” (Gökberk, 2007:13).

Bilgiye duyulan aşk ile onun peşine düşerek hakikate ulaşma arzusu, en eski insandan beri her çağda kendisini göstererek günümüzde de farklı kisveler içinde devam etmektedir. İnsanın geçmişten bugüne bu maceralı var oluş sürecinde felsefenin en mühim yâreni, adına “güzel söz söyleme sanatı” da denilen edebiyat olmuştur. Tefekkür etmeden, sadece saf bir tecessüs ile edebî olanı yaratmak zordur. Fikir; tecessüs ve tefekkür ile pişer, edebî eserde estetik zevk ile birleşerek kendini gösterir. Bu yüzden edebî yaratının sahipleri olan yazarlar ve şairleri birer fikir adamı saymak yanlış değildir. “Her eser, yazarın yanı sıra pek çok şeyin eseridir” diyen Paul Valéry’den hareketle, edebi eserin aynı zamanda farklı alanların sentezi olduğu görüşü de bu noktada dile getirilebilir. Bu durumda, edebiyatçı; sentez adamı olarak tarihin, sosyolojinin, felsefenin ve diğer bilimlerin ortaya koyduğu sonuçlardan yararlanarak estetik derinlik kazanmak zorundadır. Çünkü malzemesi insandır ve insan, felsefe, sosyoloji, kültür, ekonomi vb. du- varlarla kuşatılmıştır. Onu kuşatan duvarları anlamak ve yıkmak edebiyatçının görevidir” (Yalçın, 2004:19).

Bir fikri insanlığa duyurmada edebî eserin fonksiyonu kuşkusuz oldukça önemlidir. Bu yüzden edebiyatın insan için taşıdığı değeri düşünürler de önemsemiştir. “Jasper, Heidegger, Husserl, Kierkegaard ve birçok çağdaş düşünür, edebiyatı insanoğlunun düşünmeye başladığı günden beri, kullandığı etkili bir araç olarak görmüşlerdir(Yalçın, 2004:23).

Charles Plisnier, Roman Üzerine Düşünceler adlı kitabında, romancının “mesajı olan kişi” olduğunu vurgular. Plisnier’e göre bu verilmek istenen iletidir ve iletinin asıl niteliği, onu alacak olana yani okuyucuya yönelik olmasıdır. Yazarın bu iletisinin anlaşılması için, “kahramanlarını tanıdık bir dünyaya yerleştirmelidir; romanının okuyucusunun, kendisine sunulan kişileri, bildik bir dünya ile ilişkilendirerek tanıyabilmesi gerekir.

Plisnier’in bahsettiği ileti bağlamında akla gelebilecek ilk kavramlardan biri, belki de en önemlisi ideolojidir. Okuyucuda estetik bir yaşantı oluşturan edebî eserle bir ideolojinin savunusunu yapmak ise ideolojiyi geniş kitlelere ulaştırmak, öğretmek açısından önem arz eder. “Hatta edebiyatın, ideolojiye yaşantı aracılığıyla erişmek için en cömert yol olduğu savunulabilir. İdeolojinin sınıflı toplumların yaşanmış deneyiminin dokusu içinde işleyişini, her şeyden önce ede- biyatta kendine özgü diyebileceğimiz karmaşık, tutarlı, kasıtlı ve dolaysız bir biçimde gözlemleriz. Biliminkinden daha dolaysız, gündelik hayatta normalde mevcut olandan daha tutarlı bir erişim yoludur bu.” (Eagleton, 2009:115).

Bir fikrin, ideolojinin, yazara ait zihin penceresinden metne yansıması ise kişiye ait bakış açılarını meydana getirir. Her sanatçının, bir olayı, durumu algılayarak onu yorumlaması ve ona karşı bakış açısı farklı olabilir. Bu çalışmamızda ise algı kelimesini yorumlama ve ona bağlı olarak bakış açısı anlamında kullanmış bulunmaktayız.

2.Toplumcu Gerçekçiliğin Kaynakları ve Çıkrıklar Durunca’daki Yansımaları

İdeoloji teorisiyle ilgilenen felsefecilerin başında ise bu yazıya fikir akımı olarak kaynaklık eden toplumcu gerçekçiliğin alt yapısını oluşturan Marksist düşünürler gelir. Marksizm, siyasal bir felsefe akımıdır. Akımın öncülerini ise Karl Marx ve Friedrich Engels oluşturur. Karl Marx’ın, 1844 tarihli Ekonomik- Felsefî Elyazmaları adlı eseri onun diğer yazılarıyla birlikte hümanizme ve insanın tarihsel gelişimine dayanan bir sosyalizm düşüncesi ortaya koyar.” (Russ, 2012:325). “Marx ve Engels, Marksist kuramı ortaya atmakla sanatı ekonomik yapıya bağlamış ve aradaki bağın niteliği üzerinde durmuşlardır. Marksizmekonomik teori üzerine oturtulmuş bir tarih felsefesidir ve iddia eder ki tarihin gelişmesi birtakım kanunlara göre cereyan eder. Bu kanunların ne olduğunu bize tarihî maddecilik açıklar ve bu sayede toplumun eninde sonunda sosyalizme ve nihayet komünizme varacağını önceden görmek mümkündür” (Moran, 2002:43)

Marksizmin esaslarını ise beş madde de toplamak mümkündür:

“1.Sosyalizm ve onun hemen arkasından kurulacak komünist cemiyet bün- yesinde sınıflar ortadan kalkacak; zıt menfaatler, zıt ideolojiler olmayacaktır. Sınıf kavgası da sona erecektir.

2. İnsanın insan tarafından istismar edilmesi sona erecek; emekçi, yaşamak için işgücünü satmaya mecbur olmayacak, aksine onun hâkimi olarak, emeğini arzu ettiği sahada kullanacak ve fazla kıymet işçiye kalacaktır.

3. Cemiyet bünyesinde hasımca (antagonist) tezatlar kalmayacağından diyalektik vetîre sona erecek, devlet zeval bulacaktır.

4. Kapitalizme mahsus olan emperyalizm ve müstemlekecilik, yeni cemiyet nizamının kurulmasıyla tarihe karışacaktır.

5. Diyalektik vetîre sona ermiş bulunduğundan, ihtilâller olmayacağı gibi, yenilenme (revizyon) ve reform düşünülemez; sistemden sapmalar sistemde tadilat bahis konusu olamaz” (Eröz, 1974:136)."

Sosyalist bir düzenin varlığını savunan ve Marksist öğretiyi ilk defa estetik bir kuram haline getirmeye çalışan Georgi Valentinovich Plekhanov ise sanatı ekonomik yapıyla açıklamaya çalışırken ikisinin arasındaki bağı fazla mekanik bir bağ saymakta ve edebiyatı, sosyal yapının, sınıf çatışmasının yansıdığı edilgen bir üstyapı kurumu olarak görmektedir. Plekhanov’a göre sanatçı hangi sınıfın üyesi ise eseri de o sınıfın ideolojisini yansıtır.” (Moran, 2002:49). Ger- çekçilik fikriyle epeyce ilgilenen Georgy Lukács ise gerçekçiliği iki uzam üzerinden anlatır. Bunlardan biri, eleştirel gerçekçilik diğeri ise sosyalist bir toplumda karşılığı bulunabilecek olan toplumcu gerçekçiliktir.

“Toplumcu gerçekçilik (veya sosyalist gerçekçilik), 20. yüzyılın başlarında toplumsal-siyasal hareketlerde ağırlığını duyuran sosyalist görüşün edebiya- ta yansımasıyla ortaya çıkan, emekçi sınıfını konu alan veya emekçi sınıf için edebiyat yapmayı amaçlayan yazarların ürünlerinden oluşur” (Théma Larousse, 1993:90 ).

Bir diğer adı sosyalist gerçekçilik olan toplumcu gerçekçilik “kendisine özgü unsurların bütünlüğünden oluşan bir eleştiri ve yaratma biçimidir. Belli başlı özellikleri sosyalist dünya görüşünden kaynaklanmıştır. Toplumcu gerçekçilik, edebiyat ve sanatı “amaçlı bir etkinlik” olarak sistemleştirmiştir” (Taş, 1996:40).

Cihaner Akçay, Hanna Mîne’nin Romanlarında Toplumcu Gerçekçilik adlı doktora tezinde toplumcu gerçekçiliğin ilkelerini; ideoloji, mücadele, olumlu kahraman, sınıfçılık, emek, halkçılık, özgürlük olarak kategorize eder (Akçay, 1998:18-34). Toplumcu gerçekçiliğin temellerine inildiğinde ise “gerçeğin ka- nıtlanması ve yaşama egemen olması düşüncelerinin olduğu görülür” (Şakar, 1981:7).

Toplumcu gerçekçi edebî anlayışın eksenini, sanatın ana konusu olarak ele alınan “insan, toplum ve onun üretim ilişkileri” oluşturmaktadır. Bu anlayış, sanatı her türlü dinsel ve töresel bağdan kopararak bireysel varoluş biçimi olarak algılar. Ahmet Oktay da “Türkiye’de “Toplumcu Gerçekçi” anlayışın tıpkı anavatanında olduğu gibi hem “ulusçuluk” hem de “halkçılık” akımından kaynaklandığını vurgulamıştır” (Oktay, 2008:35).

Toplumcu gerçekçilikte sınıflar mücadelesi büyük önem taşır. “Bu mücadelede toplumcu gerçekçilik, proletaryanın (alt sosyal sınıf- işçi sınıfı) tarafındadır ve burjuvazi kültürüne karşılık bir proletarya kültürü oluşturmak amacındadır” (Demir, 2006:46). Toplumcu gerçekçilikte halkı eğitmek temel esaslardan biridir. Halk eğitilmeli ve halka bir bilinç kazandırılmalıdır. Bu noktada toplumcu gerçekçi sanatçıların güdümlü edebiyat yaptıkları da söylenilebilir. “Toplumcu gerçekçi kuramcılara göre bu akım, halka iyi ile kötünün ne olduğunu göstermelidir. Toplumcu gerçekçilik, sosyalist bir düzenin kurulması aşamasında emellerine engel olanlarla mücadele eder ve sosyalist bir dönüşüm için yürütülen kavgaya doğrudan taraf olur” (Demir, 2006:50).

Batı’da toplumcu gerçekçiliğin tarihi -edebiyat bağlamında- “Maksim Gorki, Vladimir Korolenko, İvan Bunin, Aleksi Nikolayeviç Tolstoy, Andrey Bely, Vladimir Mayakovski, Muhtar Avezov gibi adlarla başlar.             ( Akçay,1998:15).

Türk edebiyatında ise 1930’lu yıllarda öykü ve romanda toplumcu yaklaşım hız kazanmıştır. Başlangıçta Sabahattin Ali ve Sadri Ertem’im yapıtlarında görülen Anadolu köy ve kasabalarının sorunlarını anlatan toplumcu gerçekçi roman ve öykünün sınırları, bu yaklaşımı benimseyen diğer yazarlarla giderek genişlemiştir. “Mahmut Makal’ın köy yaşamından gerçekçi kesitler aktardığı Bizim Köy adlı romanı ise hakiki toplumcu gerçekçilik dönemini açmıştır. Sonraki on yıl boyunca da köy, edebiyatta hâkim bir konuma sahip olmuştur. Sosyal kent edebiyatı da alt sınıflarla ilgili olarak gitgide benzer bir gerçekçi yaklaşımı benimsemeye başlamıştır” (Karpat, 2009:181). 1950’li yıllardan sonra köy romanı ve toplumcu gerçekçilik, sosyalist düşüncenin etkisiyle ideolojik bir yön kazanarak gelişimini sürdürmüş ve 1980’lere kadar güçlü bir varlık göstermiştir.

Edebiyatımızda toplumcu gerçekçi yazarlar dediğimizde akla gelen isimler arasında, Sabahattin Ali, Sadri Ertem, Samim Kocagöz, Kemal Bilbaşar, Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Fakir Baykurt, Abbas Sayar, Dursun Akçam, Mahmut Makal ve Rıfat Ilgaz sayılabilir. Bu yazarların eserlerinde toplumcu gerçekçiliğe has olarak görülen temel bazı çatışmalar vardır: ağa-köylü, halk- yönetici, zengin- fakir, güçlü-güçsüz gibi. Yazarlar, toplumdaki düzensizliklerin, çatışmaların ve köy, kasaba gibi küçük yerleşim yerlerinin sorunları üzerinde yoğunlaşmışlardır. Anadolu coğrafyası ve Anadolu halkı en sık işlenen konular içinde yer almıştır. Bu romancıların çoğu Anadolu gerçeklerini bizzat yaşayan insanlar oldukların- dan tecrübe edilen her şey çok daha gerçekçi bir şekilde eserlere yansımıştır.

Toplumcu gerçekçi yazarlar yapıtlarında olayları ve kişileri bir düşünceyi doğrulamak, haklı göstermek üzere kurgulamışlardır. Böylelikle tezli eserler meydana getirmişlerdir. Bu eserlere tematik olarak birkaç örnek verilebilir: ağa-köylü ilişkisinin veya köy halkının ezilmişliğini anlatan İnce Memed (Yaşar Kemal ). Topraksızlığın yarattığı acı sonuçlar temasıyla Yer Demir Gök Bakır (Yaşar Kemal), Bir Karış Toprak (Samim Kocagöz). Yaşadıkları zorluklar ne- deniyle köyden kente göç etmek zorunda kalan insanlar temasıyla Vukuat Var (Orhan Kemal ), Gurbet Kuşları ( Orhan Kemal) gibi.

1930’lu yıllarda toplumsal sorunları konu edinen, bir tezi olan yapıtlarıyla toplumcu gerçekçi edebiyatın ilk temsilcileri arasında yer alan Sadri Ertem, yazarlığa gazetecilikle başlamıştır. “1928’den sonra hikâye ve roman üzerinde- ki çalışmaları yoğunlaşır; bu yoldaki yazıları, başta Vakit gazetesi olmak üzere, Resimli Gazete, Güneş, Resimli Ay, Yedigün dergilerinde yayımlanır. Ölümüne kadar, 15 yıl süren bu dönemde, ayrıca günlük köşe yazıları (Vakit), sanat ve edebiyat konularında makaleler (Fikir ve Sanat ), gezi yazıları.   (Bir Vagon Penceresinden vb.), incelemeler (Türk İnkılâbının Karakteri, Modern Avrupa İktisat Tarihi, Politika Felsefesi vb.) yayımlanır” (Kudret, 2004: 23) Yazarın romanlar Çıkrıklar Durunca, Bir Varmış Bir Yokmuş, Düşkünler, Yol Arkadaşları ve Step adlarını taşımaktadır. Step’in baskısı yapılmamıştır.

Yapıtlarında toplumcu gerçekçi bakış açısının bir özelliği olarak üslûptan çok içeriğe önem veren, ekonomik yapıyı temel alan eleştirel bir yaklaşımla toplum yapısındaki çelişkileri, sınıflar arasındaki çatışmaları, işçilerin, köylülerin sorunlarını dile getiren Sadri Ertem’in Çıkrıklar Durunca adlı eseri “ilkin Vakit gazetesinde tefrika edilmiştir. Gerek tefrika edilirken, gerek kitap halinde basıldığı sırada büyük ilgiyle karşılandı. Bu ilginin, eserdeki sanat değerinden çok, edebiyatta ilk kez ele alınan ekonomik- toplumsal sorunlardan kaynaklandığı düşünülebilir” (Kudret, 2004 :35)

Romanın konusu ise, “19. yüzyılın ikinci yarısında Avrupa sanayi ürünü dokumaların yerli dokumaları baltalaması yüzünden yerli çıkrıkların kapanması; yönetimin Avrupa dokuması satan tüccar ve esnafla işbirliği yapıp yerli dokuma kullanmayı yasaklaması; baskıcı devlet yönetiminin halkı ezmesi; el tezgâhlarıyla geçinen Bolu ve çevresindeki Alevî halkın ayaklanması; bunlara karşı Sünnî halkın kışkırtılması, Alevî- Sünnî çatışması, halk ayaklanmasına ünlü eşkıyaların katılması; isyancıların ele geçirdiği yerlerde vergiyi, aşarı, askerliği kaldırması gibi olayları içine alır.” (Kudret, 2004:35).

Çıkrıklar Durunca adlı romanın temasındaki temel çatışma köylü- ağa çatış- masıdır. Bu, toplumsal gerçekçilik içerisinde burjuva- proletarya çatışması olarak da değerlendirilebilir. Romandaki bir diğer önemli çatışma ise dinsel/ mezhepsel bağlamda olup Alevi- Sünni çatışmasıdır. Ekonomik çatışma kendisini dinsel bir boyutta da göstermiş olur. Yerli dokumacı köylüler ile Avrupa’dan ithal ettikleri fabrika kumaşı satan tüccarlar arasındaki sosyo-ekonomik çatışmada burjuva-proletarya aynı zamanda iyiler ve kötüler olarak da ifade edilebilir. Ucuz kumaş satan ve her anlamda “kötü” olarak gösterilen Sıddıkzâde ve diğer tüccarlar, şehirdeki eşraf, Sıddıkzâde’nin bir dediğini iki etmeyen ve onun her türlü buyruğuna uyan insanlar, bürokratlar, askerler, ve romanda açıkça “iki yüzlü” olarak gösterilen din adamları kötü tarafta yer alırlar. İyi tarafta ise halk arasında “kadın peygamberler” olarak nam salan Esma ve Dudu, eserde aşama aşama toplumcu gerçekçiliğin olumlu kahraman tipine dönüşen Hasan; ezilen, sömürülen mağdur köylüler ise iyiler tarafında yer alırlar. Romanda kişiler toplumcu gerçekçilik akımına kaynaklık eden ekonomik nedenlerin toplumsal yapıyı belirlediği şeklindeki tezin mümkün olduğunca okuyucuya yansıtılabilmesi için psikolojik yönlerinden öte toplumsal yönleri ve statüleriyle anlatılmışlardır. Romanın şahıs kadrosu oldukça geniştir. Kadronun geniş olmasındaki sebep, sosyalizmdeki“kitlesel örgütlenme” durumunu okuyucuya daha gerçek bir şekilde yansıtabilme zorunluluğundan doğmuş olabilir.

Olay örgüsü bağlamında yedi bölümden oluşan romanda toplumcu gerçekçi algının toplumsal yapıyı zıtlıkların çatışması olarak açıklayan sonuçlarını açıkça görmek mümkündür. Yerli dokumacılık ve ithal dokumacılık üzerinden bir sanayileşme problemi dile getirilirken aslında iktisadî zümreler de birbiriyle çatışan unsurlar olarak okuyucu karşısına çıkar. Bu çatışmaların yanı sıra eşkıyaların devlete isyanı, dini ve inançları bir sömürü aracı olarak kullanan insanların ahlaksal anlamdaki yozlaşmaları da romanda yerini alan konulardır. Ayrıca romanda Osmanlı yönetici kesimi ve din adamları bütünüyle olumsuz özellikleri vurgulanarak okuyucuya sunulur. Eserden bazı alıntılarla Sadri Ertem’in toplumcu gerçekçi bakış açısını daha iyi kavramak mümkündür.

Romanda emeğiyle geçinen ve emeklerinin karşılığını bir gün mutlaka, “mucizevi” bir şekilde alacaklarına inanan köylülerin kendilerini kurtaracak birine inanmaları, onları yöneten ve güvenliklerini sağlayan insanların her an değişim göstererek köylüleri bıktırabilecek olmaları karamsar ifadelerde kendisini bulur:

"Burada mısır koçanı, meşe palamudu ve palamut kabuklarını karıştırarak ekmek yapan ve bununla yaşayan insanlar daha küçük yaştan itibaren kendilerini beyaz buğdaya kavuşturacak meçhul bir mucizeye bel bağlamışlardı. Ne bekliyorlarsa meçhulden bekliyorlardı. Çünkü etrafta kendilerini kurtaracak bir şeycikleri yoktu (Ertem, 2001:27).

Ne toprağa, ne yağmura güvenebiliyorlardı. Muhtarın dostluğu, zaptiyenin merhameti, tahsildarın oturuşu, kalkışı da zaman zaman değişiyor ve çok defa insanı her şeyden bıkmış bir hale koyuyordu (Ertem, 2001:27)."

Ertem, romanın bir bölümünde- Emilé Zola’nın doğalcılığın ve bu anlamda gerçekçiliğin de sınırlarını zorlayan tasvirlerini de andıran- açlıkla mücadele eden insanları tarif ederken sosyal mesaj vermeyi ve bu mesajla birlikte kendi toplumcu gerçekçi tezini insanlara bir şekilde kabul ettirmeyi amaçlamayı da ihmal etmez:

"Gerçi karnı tok olan okuyucular bunu kaba bir fantezi farz edebilirler. Fakat burada ne yazar için fantezi ne de okuyucu için çıtkırıldım edebiyat arzusu vardır. Burada tek, basit olan açlık vardır. Açlığın kemiklerini çatırdattığı, kanlarını durgunlaştırdığı, seslerini kıstığı insanlar vardır. Güzel sözler, sevimli hülyâlar, benzetmeler, çift anlamlı sözler, arkasında dumanın üstünde kokusu bütün bir alemi rahatsız eden ger- çek vardır. Sözlerden önce süslü bir bilezik, bir küpe, bir kravat iğnesi arayanlar kuyumcu dükkânlarına koşsunlar. Yazarı bir taklacı, bir canbaz ya da kelimeler serdarı görmek isteyenler de istedikleri yere gidebilirler ."(Ertem, 2001:48-49).

Ertem, tezini savunurken uhrevî güçlere sahip olan ama kesinlikle gerçekle bağdaşmayan romantik ve idealize edilmiş kahraman tipine eleştiri getirerek top- lumcu gerçekçiliğe özgü tipi şöyle tarif eder:

"O, ne sonsuz cennetlerden, ne gayyalardan, ne cinlerden söz ediyor ne de hırs ve fıskıfücür içinde çalkalanan bir hayvan gibi görünüyordu. O, gökten yere yolunu şaşırarak düşmüş, kanadı yoluk bir ilâh değildi. Ayakları çamurda, vücudu tezekten bir leş iken insanlarla konuşmak için güneşin, göğün ve öte dünyanın tahtına boşuna çıkan budalalar gibi gülünç olmadı. Bunun için Hasan dindar olmadan, mescit minberine yüz sürmeden, zeytinyağı fitiline dokunmadan sevimli olmuştu." (Ertem, 2001:55 ).

Romanda, ezilen köylünün, kendisine eziyet eden efendisinden korkması sert bir dille şöyle ifade edilir:

"Belki gözleri buzlu camdan akseder diye sokaktan bile geçemiyorlar, elleri göbeklerinin üstünde, başları önlerine doğu düşük bir halde duvar kenarlarında tünüyorlar ve sanki derin bir vecd içinde geviş getirerek efendilerinin sindirimine hizmet ediyorlardı” (Ertem, 2001: 68).

Eserde, Sıddıkzâde ile aynı tarafta yer alan ve ucuz dokuma satışını sağlayan İngiliz tüccar Stavyers, Osmanlı’da nasıl böyle bir imkâna kavuştuğunu bir arkadaşına şu şekilde anlatır:

"Bir gün yolum Doğu’ya düştü, Osmanlı İmparatorluğu’nda bankalar açılıyor, demiryolu ayrıcalıkları alınıyordu, büyük bir ticaret şirketi beni Hindistan’da olduğu gibi incelemeyle görevlendirdi. Ben Doğu’da gezmeye alışmıştım, bu kez açıktan açığa tüccar memuru olduğumu söylemedim ve kendimi incelemelerde bulunan ilahiyat uzmanı olarak tanıttım. İlahiyat uzmanı sözü ne güzel anahtarmış bana, başka dinde, fakat iyi kalpli, saf, içtenlikli birçok meslektaş- ların kalbini açtı. Bu dostlar, “müftü”, “imam” denen sürü sürü adamlardı, bunların çok iyiliklerini gördüm. Nereye gitsem onları buldum. Hepsinde ortaçağın saf, basit misyoner aşkı var. Sanıyorlar ki, bir ikram, bir armağan derhal bir adamı mescide ibadete yöneltecektir.”(Ertem, 2001:75- 76 )

Ve burada alaycı bir şekilde Papaz Mantığı’nın işe yaradığını dile getirir:

"Din konuşmalarında onlara hak veren senin alay ettiğin Papaz Mantığı, bilsen ne kadar işime yaradı. Ben bu kez ziyafetten ziyafete davet ediliyordum ."(Ertem, 2001:79 )

Sadri Ertem’in toplumcu görüşünü belki de en iyi ve en açık şekilde kavramlar üzerinden ortaya koyduğu ve böylelikle romanda iletilmek istenen temel çatışmayı, ezilenlerin açısından anlattığı bölüm ise romanın 97. sayfasında okuyucuya sunulmuştur:

"Hasan gerçekte durumu peki iyi anlamıyordu. Adaköy çevresinde bir mücadele sürerken ülkenin öbür köşelerinde de aynı çekişme kanlı bir biçimde sürüyor, çıkrıkları başında çalışan köylüler, akın akın sahil şehirlerine ve büyük merkezlere toplanıyorlardı. “Proleterleşme”, kolera ve veba gibi salgın halini aldı.

Trabzon’da ve Kastamonu’da köyden kaçanlar, mallarını satanlar, tezgahlarını ateşe attılar ve fabrika ürünü satan, küçük küçük dükkânlar açtılar. Kastamo- nu’da onaltı kişiye bir dükkân düşüyordu. Bu ne müthiş karmaşaydı. Köyle az zamanda bacaları üzerinde leylek yuvası taşıyan bir harabe halini aldılar, bu köyler halâ ıssızdır, bu köyden çıkanlar halâ yerlerine dönmediler, birçokları sefil oldu. Anadolu’da köylerden şehre giden bu akın, kaynağından gür bir halde çıkan, fakat çöl ortasında kaybolan nehirler gibi eridi, gözlerden silindi; kalanlar avare ve serseri oldular." (Ertem, 2001: 97)

Romanın kahramanlarından olan Hasan’ın kendilerini ezen yönetici ve çıkarcı sınıfa duyduğu kin ve örgütsel yapıyı önceden kurmuş olamamanın verdiği olumsuz hissiyat, satırlara şöyle yansımıştır:

"Ya bizi öldürecekler, ya biz onları öldüreceğiz. Vaktiyle birleşip fabrika yapsaydık mallarına malla karşı koyardık, ama artık iş işten geçti. Bıçak kemiğe dayandı, boğuşmak gerek. Başka çıkar yol varsa söyleyin. "(Ertem, 2001:100)

Sadri Ertem, aslında bu ezen-ezilen çatışmasının dünya döndükçe devam edeceğini, ütopik cennetlerin asıllarına hiçbir zaman ulaşılamayacağı tezini de karakteri Hasan’ın ağzından okuyucuya aktarır:

"Ben de Sıddıkzâde de ölümlüyüz, bugün varız yarın yokuz... Dünya durdukça, Sıddıkzâdeler ile Hasanlar karşı karşıya kalacak...Adı Sıddık olmayacak da Yusuf olacak, Kenan olacak; Kenan olmayacak da Ahmet olacak, bundan ne çıkar? Sıddıkzâde ölür, yerine bir Sıddıkzâde gelir ve karşısında faiz alınacak köyler, rehine koyduracak iç çamaşırları, haciz edilecek hayvanlar, tezgahlar bulur. Köyün kızı, oğlanı onun olur." (Ertem, 2001:100)

Romanda ekonomik, askerî ve savaş korkularına sahip, bu korkudan dolayı ortak acıları ve sorunları olan insanlar anlatılmaktadır. Bu insanların kendilerinitehlikede hissettikleri zamanlarda ya kendilerini kurtaracak dinî bir lidere ya da şiddete şiddetle karşılık verecek bir eşkıyaya ihtiyaç duydukları düşüncesi şöyle yansıtılmıştır:

"Tahsildar, Jandarma ve Yemen korkusu önünde aynı ruhtan doğan eşkıya ve peygamber, birbirini hiç de yabancı bulmadılar. Birbirlerini çektiler. " (Ertem, 2001:106)

Sonuç

Sadri Ertem roman boyunca adına sosyal realizm de denilen >toplumcu gerçekçiliğe has tezini geniş bir kişi kadrosu üzerinden ve temel çatışmalar ile açık- lamaya gayret göstermiştir. Bu roman güdümlü bir edebiyat anlayışı içerisinde yer almaktadır. Romanın bir fikri savunmak için yazılmış olması nedeniyle ka- rakterler, belli bir amaca hizmet eden şablon kişilerdir. Bu yüzden de onlar için yaratılan dünyanın dışına çıkamazlar.

Toplumcu gerçekçilik algısının işlenişi açısından roman değerlendirilecek olursa, Ertem’in bu algıyı işlerken tıpkı Ahmet Mithat gibi davrandığı anlaşılabilir. Bu roman, “Batı’dan gelen yeni tür” olarak görülüp onunla hemhâl olmaya çalışılan ve bu arada topluma da romanla fayda sağlanacağına inanılan Tanzimat devrinin o ilk kalem tecrübelerine has bir hissiyatı barındırır. Bu durum, 1930’larda, toplumcu gerçekçilikle karşılaşan ve bunu kendine bir hayat felsefesi edinerek romanında bunu okuyucuya aktarmaya çalışan yazarda da kendini gösterir. Yazar, amacını gerçekleştirmeye çalışırken anlatımda kimi zaman savrukluklara, kurgusal hatalara da düşmüş ama toplumcu fikri, geniş bir olaylar dizisi ve şahıslar üzerinden okuyucuya anlatmıştır.