Kaybolan Anların İzinde: Aslı Erdoğan’ın Unutamadıkları/Nazan MAKSUDYAN

“Hiçbir şey insana hatırlamak kadar acı vermez, özellikle de mutluluğu hatırlamak kadar.” (Kabuk Adam [KA], s. 1)

Kabuk Adam’ın ilk cümlesi olan bu vurucu yargı, hem romanın bütününe hem de Aslı Erdoğan’ın yazarlık serüvenindeki duraklara ve oralarda karşımıza çıkan karakterlerin trajedisine dair çok şey söylüyor.

Kaybedilen sevgi, mutluluğun hatırası, sevilmişliğin izi. Belki de insan hayatında en büyük yarayı açan darbeler bunlar. Erdoğan’ın karakterleri de hep bu yitirilen sevginin darp izlerini taşıyor; hayatlarına, ne yaparlarsa yapsınlar onulmaz yara berelerle devam etmeye çalışıyorlar.

“Biliyorum, bir insanın sevgisini kaybetmek, zorlukla ulaşılmış bir doruktan aşağı yuvarlanmaktır.” (Mucizevi Mandarin [MM], s. 97)

Bu yitim hissini kaçınılmaz olarak teninde taşıyan insan, buralarda bir yerlerde olmalı saplantısıyla hep o kaybettiği duyguları, anıları, aşkı arar – kâh hafızanın denizlerinde yüzerek, kâh geçmişte kalmış bir gerçekliği yeniden yaratmaya çalışarak. Ama bu, baştan mağlup başlanmış bir mücadeledir: Kişisel tarihlerimizde tekerrür istisnaidir; geri dönmek, başa sarmak, yeniden yaşamak, kaybolanları geri getirmek, yani devam eden hayatın içinde reenkarnasyon ihtimalinin durmadan hayalini kurarız ama hep de duvara toslarız. Bir anıyı yeniden yaşamaya çalışmak “yapay bir mücevherden daha uyduruk” bir şeydir. (KA, s.107).

“Ne saçma, ne umutsuz. Yok olup gitmiş bir aşkı yeniden yaratmaya kalkışmak. (...) Ne saçma, ne umutsuz. Bir boşlukta, ne olduğunu bile hatırlamadığın bir şeyi aramak. Bütün taşları teker teker kaldırıp altlarına bakarak, bütün kovuklara, deliklere, çukurlara ellerini sokarak, çılgınca aramak. Oysa her defasında yeniden, yeniden bulduğun umutsuzluk sadece.” (MM, s. 87).

Ne canlandıramaya ne de unutmaya muvaffak olabildiğimiz için aslında anıların her türlüsü insana acı verir: güzel olanlar imkânsız bir yeniden yaşama arzusu uyandırdıklarından, kötü olanlar da bizi kaçmaya çalıştığımız geçmişe geri postaladığından. Belki de şimdiye dair trajedimiz dünden asla muaf olamamaktır, mazi bizi ayağımıza bağlı bir taş gibi namütenahi diplere çeker durur. İnsan medeniyetinin ilerlemesinin yapıtaşlarından olan bellek, tek tek insanların lanetidir bu yanıyla.

“Geçmişlerini, derin bir yara izi, bir kambur, sararmış bir fotoğraf gibi taşıyorlardı.” (KA, s. 138).

“Irmakları bile tersine çevirebilen tek güç bellek... Hiçbir şeyi unutmak olası değil. Günü gelince anılar belleğin diplerinden su yüzüne vuruyor teker teker.” (MM, s. 45).

Bu açıdan bakıldığında, hayatlarımız bitimsiz yitimlere gebedir. Zamanı durduramadığımız ve tersine çeviremediğimiz ölçüde her anımız kaçınılmaz olarak kaybolmaya yazgılıdır. Erdoğan’ın altını çizdiği bu sonsuz kayboluşu fark etmenin ağırlığı insanın üstüne öyle bir çullanır ki o andan sonra artık içinde olunan zamanı yaşamak imkânsızlaşır. Kişi, olanlara dışarıdan bakmaya, kendi öz hayatının seyircisi olmaya başlar. Bu yüzden de hayatı bir deneyimden çok ya dönüşmüştür, kendisi de olayları yaşayan başkarakter değil anlatıcıdır artık. Etken bir birinci tekil şahıs ağzından yaşadıklarının bilincine varamadığından, hep -mişim, -muşum kipiyle düşündüğünden, “Bu benim hikâyem” diyebilmek için hafızasına yaslanamaz; tenine kazınmış kanıtlara ihtiyacı vardır.

“Suların akışı, avuçlardan sızıp gitmesi tanımsız bir acı veriyor bana. Güzel olanla birlikte çirkinin de sürekli yok olmasının yarattığı korku da diyebilirim. Geçmişe duyulan özlemden söz etmiyorum; geçmiş bugünden daha mutlu değildi, olup olmadığını hiç sormadım kendime.

Zamanın durdurulamayan akışından, sürekli ‘bu an’ın geçmiş oluşundan duyduğum o iç sızısını anlatıyorum. Sanki büyük bir ırmak boyunca gidiyorum; hiçbir yerde durmama ve kıyıya çıkmama, hiçbir şeye ikinci kez bakmama izin yok. (...) Görebildiğim kadarını görmek ve hemen unutmak zorundayım.

Bunun bir gelecek korkusu, hatta gizli bir umut olduğunu söyleyebilirsin, ya da o tanıdık, eskimiş ölüm duygusu. Bence değil; ölüme doğru kaçınılmaz yol alışı ben de herkes gibi unutabiliyorum. Anların, hiç var olmamış gibi birbiri ardına yitmesinin yalın hüznü söylediğim. Belki de bu yüzen hep izler istiyorum, kanayan, kabuk bağlayan yaralar, belki de gerçek ölümler.” (MM, s. 98-99).

Türkçenin en taklit edilemez kalemlerinden Oğuz Atay’ın aynı anda eşsiz bir rafinelik ve keskinlikle dile getirdiği gibi: “Başkaları gibi yaşamasını bilmeyenler, başkalarını taklit etmeliydi.

” Erdoğan da başkaları gibi yaşayamayan ve üstüne üstlük taklit etmeyi de beceremeyenlerin, kendi yaşamlarından kovuluşunu, bir seyirciye dönüşmelerini tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyor.

“Bir insanı sevmekle başlar her şey...”

“Bir balona şekil veren hava gibi, benim de hayatıma şekil verecek bir şeye gereksinimim var. Şu anda bunun ne olabileceğini bile bilmiyorum, belki ancak sevgi diye tanımlanacak bir şey.” (KA, s. 21)

Aslı Erdoğan’ın edebiyatı, hem insanın ezeli ve ebedi yalnızlığına, hem de tek başımızayken pamuk ipliğiyle bağlı olduğumuz hayatlarımıza tutunmak için birini sevme gereksinimimize dair. Bir şehir bile “ancak içinde sevdiğiniz biri olunca yaşamaya” başlarken, sevme ve sevilme hissinden yoksun insanların yaşayabilmesi zordur (MM, s. 15). Hayatı yaşanır kılmak</span><span>için, yerçekimsizlik hissinden kurtulmak için, içinde bulunduğumuz andan tad almak için, basitçe hayatta bir şey yapmak için sevgi gerekir.

“Sıkı sıkı yapışabileceğim, bağlanabileceğim bir şeyler aramıştım sürekli. Yaşamı yaşamaya değer kılacak bir inanç, bir düşünce, bir insan olmalıydı bir yerlerde...” (MM, s. 126).

“Bir sevgi dalgasına binip uzaklaşmak. Gerçeklik diye bellediğim, bana acıdan başka bir şey vermemiş geçmişimden, sonsuz yalnızlığımdan.” (KA, s. 52)

Erdoğan’ın karakterlerinin asla yenemedikleri yalnızlıkları, “bir cenin gibi” maddi ve manevi gövdelerinin merkezine yerleşmiş, tüm hayatları “sanki ondan dışarıya doğru” gelişmiştir. Hepsi de kesif bir ıssızlık ve yalnızlık duygusuyla boğulmaktadır, kendilerine “gereksinim duyan tek bir kişiden, hatta bir gözlemciden bile yoksun olmanın mutlak, dört başı mamur, cehennemsi özgürlüğü” hayatlarını ele geçirmiştir (Kırmızı Pelerinli Kent [KPK], s. 17). Bu cehennemden onları kurtarabilecek tek şey de, bir anlamda sevgidir.

“Yalnızlığı, odak noktası belirlenemeyen bir ağrı gibi gövdesine yayılır, sevme ve sevilme gereksinimi ölüm kalım sorunu haline gelirdi.” (KPK, s. 112).

Hayata dair en basit şeylerin güzelliğini ve duru bir insan sevgisini en berrak, en pürüzsüz biçimde anlatan Sait Faik de, can acıtıcı yalnızlıkla sevgi özleminin sırt sırta var oluşunu vurgular. ‘Alemdağ’da Var Bir Yılan’ öyküsünün kahramanı, kendi çığlığının bile yankılanmadığı yalnızlık ve yabancılaşma dehlizlerinde hem “Bir insanı sevmekle başlar her şey” diye düşünür, hem de her biri kendi bencilliklerine gömülmüş insanları sevmekten korkar.

“Günlerden pazartesi. Yine vapurun alt kamarasındayım. Yine hava karlı. Yine İstanbul çirkin, İstanbul mu? İstanbul çirkin şehir. Pis şehir. Hele yağmurlu günlerinde. Başka günler güzel mi, değil; güzel değil. Başka günlerde köprüsü balgamlıdır. Yan sokakları çamurludur, molozludur. Geceleri kusmukludur. Evler güneşe sırtını çevirmiştir. Sokaklar dardır. Esnafı gaddardır. Zengini lakayttır. İnsanlar her yerde böyle. Yaldızlı karyolalarda çift yatanlar bile tek.

Yalnızlık dünyayı doldurmuş. Sevmek, bir insanı sevmekle başlar her şey. Burada her şey bir insanı sevmekle bitiyor.”

Sevgiye özlemi bir müptela gibi beynini zonklatsa da, insan uzun mahrumiyet dönemlerinin ardından sevgiyi kabullenmekte, sevilmeye teslim olmakta güçlük çeker. Bünyesi öyle uzun süreler açlıkla terbiye edilmiştir ki, artık, yabani bir hayvan gibi, kendine uzatılan her türlü ele şüpheyle bakar ve reddetmeyi, uzaklaşmayı, sonu yine hüsranla bitecek korkusundan her türlü sevgi göstergesine sırtını dönmeyi daha güvenli bulur. Sevgiye dair, insana dair umutları haddinden çok kırılmış, içindeki tarifsiz boşluğa farkında olmadan fazlasıyla bağlanmıştır. O yüzden Erdoğan hep sorar: İnsan sevgiyi nasıl kolayca kabul eder? Ve nasıl karşılık verebilir? “Ne almayı ne de vermeyi doğru dürüst beceremeyen biri” cömertçe kendisine şefkat gösteren 

birinin karşısında nasıl vahşiliğini bir kenara bırakıp uysallaşabilir, nasıl hep bir kalkan gibi kendine siper ettiği oyunlarına ara verebilir? (KA, s. 113)

“...istenmeden sunulan bu umulmadık sevgiyi reddediyordum. Ele geçirdiğim her şey için savaşmış, yıpranmış, didinmiştim; hayatın bu sürpriz armağanının değerini bilmeyecek kadar katılaşmıştım. Yüreğim nasır bağlamıştı.” (KA, s. 58).

Mucizevi Mandarin’in uzun öyküsü ‘Yitik Gözün Boşluğunda’da, otobüste yanında oturan küçük kız, kadının gözündeki sargıları gördüğü andan itibaren onu “iyileştirmek, kurtarmak, mutlu etmek” ister. Çocuk bir zaman sonra cesaretini toplayıp “bir kedi yavrusuna dokunuyormuşçasına” kolunu okşadığında, dönüp kızın yüzüne bakamaz bile, “o eşi bulunmaz cömertliğe bir gülümsemeyi bile” çok görür. (MM, s. 54). Zira, kesif bir mutsuzluğun ardından mutlu olma ihtimali belirdiğinde bunu göğüslemeyi beceremez hale gelmiştir. Her şey kolay, olası, makul göründüğünde, dinmez bir şüphe ve korkuyla kaçışa sürüklenir. Arzunun “hedefe ulaşmasından onu sonuna dek yaşamaktan” korku duyar (KA, s. 110)

“Hayatın bizlere verip verebileceği tek ödül, tek armağan, sevgi dolu bir insandır ve biz böyle bir insanı, ilk fırsatta katlederiz.” (KA, s. 123).

Sevildikçe daha çok kanayan yaraları anlatan, Çin efsanelerine dayanan Mucizevi Mandarin meseli aslında Aslı Erdoğan’ın bütün kitaplarında çizilen portrenin bir bütünü, en billur anlatımı olarak görülebilir. Hikâyede, bir fahişenin yatağında haydutlar tarafından sıkıştırılan yaşlı ve çirkin mandarinin bedenine darbe işlemez, en keskin bıçak, en acımasız kılıç bile kılına dokunamaz. Dövüşü izleyen kadın, adamın mucizevi gücünden etkilenir ve bu sefer “aşk adına” sevişmek ister.

“Onu hayranlıkla, arzuyla, şefkatle okşamaya başlamış. Gelgelelim güzel kadının her dokunuşunda mandarinin bedeninde yeni bir yara beliriyormuş, dövüşün, darbelerin, bıçakların, kılıçların açtığı yaralarmış bunlar. İçten bir ilgi ve şefkat görene dek gizli kalmışlar. Sonunda mandarin kanlar içinde kadının kollarına yığılmış, ölmüş.” (MM, s. 55).

;Aslı Erdoğan’ın karakterleri aslında mandarinden başkası değildir. Hepsi de işkenceye, soğuk ve insansız duvarlarla örülü, sevgiden yoksun zindanlarındaki işkencemsi hayatlarına, mutsuzluğa biteviye dayanmıştır. Umutsuzluk onları öldürmez, ama sevilmek öldürür. Bir ömür boyu alınan, sağaltılamadan hep saklanan yaralar, biri onlara ilgi gösterince yeniden kanamaya başlar.

“Ancak sen ilgilendiğinde kanamaya başladı yaralarım, oysa hep oradaydılar.” (MM, s. 97)

“Avucuma alırım benim gecemden düşmüş yıldızı, çamurlarını temizler, usulca, okşaya okşaya yaralarına pansuman yaparım. Ama sönmesini, korkudan titreye titreye ölmesini durduramam.” (Taş Bina ve Diğerleri [TB], s. 89).

İşte bu yüzden, yaralı insan onu kusursuzca sevip, “aşkının tılsımlı gücünün en derin yaraları iyileştireceğine” inanan birinin sevgisini kabul edemez, hatta kendisini bir acı anıtına, tapınma nesnesine dönüştüreceğini hissettiği için nefret duyar. Çünkü, koruma arzusu ile hükmetme arzusu arasındaki sınırın nereden geçtiğini kestiremez.

“İnsanın bir başkasını küllerinden bile olsa yeniden yaratmak istemesi, sonsuz bir yetki üstlenmeyi, bir tanrı olmayı arzulamasıdır. Bu da onun acı çekmesini ya da ölmesini istemekten daha masum değildir.” (MM, s. 60).

İnsan, marazları için bir şifacı bulma ya da olma hayalinden, mucizevi ellerle yaraların yok edilebileceğini düşlemekten kendini alamaz. Ama için için bunun asla mümkün olamayacağına, hayatta kimsenin kimseyi kurtaramayacağına kanidir. “Çevresini kuşatan boşluğa anlam katabilecek tek kişi” ancak ve ancak kendisidir. “Başka kimse onun adına yaşamın şifrelerini çözemez, asma kilitlerini açamaz.” (KPK, s. 83).

Amok koşucusunun kaçışı: Şimdi’den sürgünStefan Zweig’ın hikâyeleştirdiği gibi, bazen insan hayatı da tam olarak neden ya da nereye kaçtığı belirsiz Amok’un, durdurulamaz ve sonunda kendini tüketmeye endeksli koşusuna dönüşebilir. İnsan bütün yaşamını bir anda “geride bırakıp bilinmeze doğru delice bir koşu” tutturur. “Adem’in uğruna ölümsüzlüğü teptiği”bilinmeyen adına “güvenli suları terk eder, kendi köklerimizi keseriz.” (KPK, s. 55). Artık geride ne bugün, ne şimdi, ne de yaşam kalmıştır.


Geçmişleri, anlatılamazlıkları yüzünden ayrıntısını bilmediğimiz, ama derinliğini açıkça hissettiğimiz acı motiflerle bezeli Aslı Erdoğan karakterlerinin, bugünleri çoktan yabancılaştıkları bir sahnedir, rol kesmeyi beceremedikleri bir oyundur. O yüzden de yaşamdan geleceğe dair beklentileri, umutları olduğunu söylemek zordur. “Akrebi düşmüş, yelkovanınsa aynı çemberde dönüp durduğu yekpare, bitimsiz bir şimdi’de kıstırılmış” oldukları ölçüde yaşadıkları ana demir atamamış kişilerdir (TB, s. 93). Sanki yürüyemezler; yerçekimi onların ayaklarını toprağa bastıramadıkça yuvarlanırlar, savrulurlar, şuursuzca koşarlar. Kararları, edimleri, hayatları bir yere, bir şeye bağlanmaktan uzak, kendi kontrollerinden çıkmışçasına onları yerden yere, duvardan duvara vurur

“Bir zamanlar katlanamadığı ülkesi, şimdi yitik, düşsel bir cennete dönüşmüştür, ama artık o, düşlerine de inanmaz. Acılarla dolu bir geçmiş ve korkutucu gelecek arasında donup kalmış, içinde bulunduğu ana bir türlü ulaşamamaktadır.” (MM, s. 17)

“... gövdenin ağırlığını taşıyamayacak bir çift kanat uğruna köklerini kesenler (...) Biri geçmişte, öteki gelecekte saklı iki düşsel liman arasında dönüp duranlar... Limansız yolcular...” (KPK, s. 78).“Gerçekten güzel hikâyelerini” geçmiş zamanda anlatabilme ayrıcalığından mahrum insanlar, yani ya da geçmişlerinden durmaksızın kaçmaya çalışan insanlar, Erdoğan’a göre, yaşamayı beceremeyenlerdendir, bu insanlar “yersiz birer kahkahadan” ibarettir. (TB, s. 128).

İşte bu güzel geçmişsizlikten ötürü bugüne ve geleceğe dair varoluş ihtimalleri de güdük kalmıştır; her türlü hayat kurgusunu tahayyüllerinin dışına itmişlerdir.

“Yarın düşüncesi olmayan biri, hangi yöne bakarsa baksın, bilinmeyeni değil, yalnızca tanıdık olanı arar. Sanki onun şimdiye dek hiç geleceği olmamıştı, gençken bile, o zaman da hiçbir işe yaramayan gençliği vardı sadece.” (TB, s. 36)

Geçmişlerinden kurtulmak isteyen insanlar, uzaktan bakınca serüven gibi görünse de aslında istikametsiz ve çaresiz bir kaçışın yörüngesine girmişlerdir, onlar artık ebedi birer sürgündürler (MM, s. 34). Zira, “kaçmanın ağır cezasıdır sürgün, geçmişini bir kez terk eden, ona bir daha hiç geri dönemez.” (MM, s. 78). Ancak geçmiş insanın zihninde yaşamaya devam eder; bilinçten, bellekten, ustan, bedenden kaçmak çok daha zordur. İşte bu anlarda, kişi, aslında insanı insan yaptığı söylenen tüm o şeylerden sıyrılabilmeyi hayal eder.

“Bedenini yok etmek ve yeniden yaratmak. Yitirdiklerini yeniden yitirmek. Unutmak. (...) Hiçbir şey ummamak, hiçbir şey beklememek. Bir taş, bir ağaç, bir toz zerresi olmayı öğrenmek. (MM, s. 103)

Dolayısıyla, esas mesele birinden, bir şehirden, bir ülkeden uzaklaşmaktan çok daha derindedir. Hayat hem “kendimize doğru yaptığımız” yapayalnız bir yolculuktur, hem de kendimizden ölesiye kaçışımız. Bir an gelir, kendi bedenimizde sürgün oluruz. Amok koşucusu gibi hep hareket halinde olmalıdır sürgün kişi, zira sürüldüğü yere köklerini salma yetisi de elinden alınmıştır, çalınmıştır. Tek çaresi ilerlemek, arkasına bakmadan ilerlemektir.

“Devam, son hızla yola devam! Evimin önünden geçiyor, durmuyoruz. Bir beyazlığın içinde yitip gider gibiyiz ve bu gidişte bir parça iç huzuru buluyorum. Artık yalnızca giderek, sürekli, hiç durmadan, dönüşü düşünmeden giderek dayanabiliyorum.” (MM, s. 138)

Kendini bir eve dahi bağlamaya gereksinim duymazdı sürgün insan, ev onun için “yalnızca bir barınak”tı (KPK, s. 40). Eşyalarla ve mekânlarla da ilişkisi olabildiğince sınırlıydı. Durmaksızın yer değiştiren “kıdemli göçmen”, hiçbir şeye bağlanmak istemez ya da şeylerin üzerinde yaşanmışlık izi bırakmaktan kaçınır, hep bir otel odasında gibi, iğreti bir misafir gibi yaşar, bavul denemeyecek küçük çantasını boşaltma zahmetine girmez, sanki oraya dair bir anısı, özellikle de mutlu bir anısı olması ihtimalinden kaçınır. Her şeyin geçiciliğini kanıksamış kişi ne geçen andan geriye bir şeyi saklamak, ne de o ana izini bırakmak ister. Dışında kalmak daha güvenlidir.

“Kıdemli bir göçmendi, insan için ‘vazgeçilmez’ olanın bir çantaya sığabileceğini, geriye kalan her şeyin gözden çıkarılabileceğini çoktan öğrenmişti. Nesneleri, mekânları sahiplenmekten, kişiliğinin yansımalarına çevirmekten herhangi bir doyum almazdı.” (KPK, s. 39)


Kifayetsiz kelimeler ve yazmaya mecbur olmakYirminci yüzyıl Ermeni edebiyatı uzmanı Marc Nichanian’a göre, bu dönemde verilen eserler tanıklık ile kurgu arasına sıkışmıştır; felâketi (catastrophe) anlatmaya gönüllü, ancak anlatacak dilden yoksundurlar. Gerçek bir felâketi (işkenceyi, tecavüzü, açlığı, ölümü) temsil edecek kelimelerimiz yoktur, ne yaparsak yapalım onların gerçekliğini olduğu gibi aktarmayı beceremeyiz. Edebiyat bile felâketin temsili olamaz, onun özüne dair bir şey söylemekten acizdir. Zaten sadece bu acizlik, bu anlatılamazlık, bu kelimelere dökülemezlik, yaşananın derinliğine dair bir şey söyleyebilir. Aslı Erdoğan da, hayatın kendisi karşısında nâkıs kalan sözler âlemini irdeliyor.

“Rahat koltuğuna gömülmüş ve dünyanın en risksiz işine, okumaya dalmış, kentli, iyi eğitimli, hiç açlık sanrısı görmemiş birine açlığı hangi sözcüklerle betimleyebilirdi? Kimin sözcükleriyle?” (KPK, s. 29)

“Bu ıssız, bütünüyle yabancı uçurumda, sarılabileceğim, tırnaklarımla dişlerimle olsun tutunabileceğim tek bir sözcük bulamıyordum.” (TB, s. 93)

Yazarın trajedisi “sözcüklerle gerçeklik arasında bir köprü” oluşturamamaktır (KPK, s. 17). Yaşananlar, anılar kâğıda dökülünce, dilin olmuş bitmiş gerçekliği dürüstçe aktaramaması bir yana, bazen anlatı, gerçeğin yanına bile yaklaşamaz. Canlarına kast edildiği halde hayatta kalmayı başaranlar cinayeti nasıl anlatabilir? Bu öyle bir andır ki sözler lâl kalır, anlatı suskundur.


“İhanet ederek, ihanetine uğramıştık yazgının, sağ kalarak, yaşar kalarak, biricik, korkunç zaferimizi kazanmış, sonuna dek yenilmiştik. Ne yeryüzünde, ne gökyüzünde bir karşılığı vardı yaşadığımızın. Onu anlatabilecek, anlamlandırabilecek bir dilimiz bile yoktu ki!” (TB, s. 123)

İskelet korkunçluğunda, boş boş çınlayan üç beş sözcük bir araya getirdim, üzerinden bir türlü geçilmeyen suskunluklarla, söylenmekten çok susulmuş sözcüklerle konuştum.” (TB, s. 131-2)

Kırmızı Pelerinli Kentin kahramanı isminden nefret eden Özgür, Rio’daki hapis, kaçkın yaşamında sokakta açlıktan ölmekte olan bir adam gördüğü zaman, aklına yıllar önce gördüğü bir film gelir ve gerçeğin tam karşısındayken kurguya sığınmak zorunda kalma gereksinimi altında ezilir. “Yazmak, her şeyden önce düzene koymak” ise bir insanın, bir şehrin, özünde hayatın kaosunu yakalamaya, anlatmaya çalışmak, en başından onun gerçekliğine ihanet

etmek demektir (KPK, s. 29). Bazı şeyler ancak anlatılamazlıkları ölçüsünde hakikidir, onu anlatmaya yeltenen sözcükleri “yapay, zorlama, cilalı” bırakırlar (TB, s. 57).

“... önümdeki beyaz boşluğa sıraladığım harflere bakıyorum, o adamı göremiyorum. Onu anlatacak bir dilden yoksunum henüz. Yeterince güçlü, yeterince gaddar, yeterince merhametli değilim. Yeterince aç kalmış değilim.” (KPK, s. 125)

“Bu çerden çöpten, yoktan doğma dünyada insan bir kol, bir bacak, bir ceset bile bulabilir, ama kendi gecesinden düşmüş sözcüğü bulamaz. Kolu kanadı kırılmış, ikiye yarılmış, kahkahalar atan bir sözcük. Bulsaydı bile, onu söylemek ne ağır olurdu!” (TB, s. 127.)

Her şeye rağmen “yaşama kabızlığı” illetine tutulmuş olanlar, delicesine sancılı bir ömür törpüsü de olsa, yazmaktan kaçamaz (KA, s. 110). Yazmak bir anlamda hem hayatı ihmal etmek, hem de başka türlü yaşamayı becerememektendir. Yaşamının büyük boşluğunu neyle dolduracağını bilemeyen, yaşayamayan kişi, içleri boş da olsa sözcüklere sarılmak zorundadır; “artık yalnızca bomboş, beyaz bir kağıdın önünde soluk alıp verebilir” hale gelmiştir (KPK, s. 74). Yaraları iyileştirmese de, yazmak yaralı ruhlar için merhemdir.

“Dehşet içinde titreyerek kalemime sarılmıştım. Ruhundaki yıkımı biraz olsun denetleyebilmek, geciktirebilmek için ne yapabilir ki insan? Sarhoş olabilir, sevişebilir, ağlayabilir, yazabilir.” (MM, s. 132)